30 Ocak 2016 Cumartesi

“KUMAŞ BEZ” “HAZIR BEZ”E KARŞI





Şimdilerde  yıkanabilir kumaş bezler yeniden gündemde. Hani şu annelerimizin bizler için kullandıklarından. Hani şu pamuk malzemelerle, “sağlıklı” ama tabi ki  kullanımı, yıkaması biraz meşakkatli olan kumaş bezler. Diğer tarafta da hayatımıza girmesi çok da eskiye dayanmayan tabi ki “en pratiğinden” kullan-at hazır bezler var. Bugünlerde neyle neyi kıyaslar olduk bakar mısınız? Sağlıkla; pratikliği, kolaylığı, az emekle bir şeyleri başarabilmeyi.  Sağlıkla hiçbir şey kıyaslanabilir mi peki? Bence hayır! Hem de kıyasladığımız şey her ne olursa olsun!
 “Ne varsa eskilerde var” derler ya hani, aynen katılıyorum.  Gerçekten. O yüzden belki de hep kendime geçmiş günleri referans alma yönünde çabalarım. Çünkü daha doğallar. Çünkü herşey aslında gerçekten olması gerektiği gibi. Belki bilinçli, belki bilinçsiz ama bir şekilde doğaya, doğala saygı var nihayetinde.

Özüm doğmadan önce ona hazır bez kullanmak istemediğimden detaylı bir araştırmaya girmiştim. Çok çeşitli kumaş bez markaları içinden kendimce en tercih edilebilir olanını seçtim ve aylar öncesinden sipariş ettim. Bebeğim için hiçbir şey almamıştım henüz ama bezleri hazırdı J Ben de pek mutluydum. Çünkü; biiiiir; kızımın o yeni doğmuş pamuk tenini ağartıcılar, emici jel tabakalar vs. gibi kanserojenlere maruz bırakmak, ikiiiiii; doğada çözünmeyen devasa atık dağlarına bir yığın da ben eklemek istemiyordum.

Bu bezlerle alakalı deneyimlerimi de paylaşmak isterim ki bilgi sahibi olmak isteyenler için bir fikir oluşturabilsin.

İlk olarak Wiona marka kullan at hazır bezlerden getirtmiştim yurtdışından. Aslında internet üzerinden satışının yapıldığını da görmüştüm ama malesef ki bezin stoğu tükenmiş gözüküyordu. Uzun dönem stoğa girmesi için bekledim bezleri ama nedense olmadı L Neyseki o dönem yurtdışından getirme imkanımız vardı da kullanmıştık bu fırsatı. Peki bu hazır bezi tercih etme sebebim neydi? Bio sertifikalı bu bezler klorla ağartılmıyor, ve doğada biyolojik olarak %100 çözünebiliyordu. Ama tabi ki bir bebeğin ne kadar bez tüketebileceği konusunda artık nasıl bir öngörüde bulunduysam ya da bulunamadıysam kısa sürede tükendi bu bezlerim.

Kumaş bezlerim ise Bambino Mio marka. İngiliz menşeili. İnternet üzerinden de kolayca ulaşılabilir bir marka. Çok çeşitli ödülleri var bu bezin. İki ayrı da modeli. Bir tanesi iç bez ve dış kılıftan oluşan 2  parçalı bez, diğeri ise kılıf ve iç bezi bütünleşik ve yenidoğandan bebek bezi terkedene kadar kullanılabilen tek parçalı bez yani Miosolo.  Ben bu tek parça olanı tercih ve sipariş ettim. Desenleri, renkleri de bir harikaydı. Her ne kadar yenidoğandan itibaren kullanılabilir dense de minik bebişim için ilk doğduğu zaman bence biraz kaba idi ve açıkçası ilk etapta kullanmak tercihim olmadı. Son dakika Wiona arayışlarım işte bu sebeptendi. Kullanmaya başladıktan sonra ise açıkçası çok fazla sıkıntı yaşamadım. Yani elimi ürkek alıştırıp bezi gevşek bağlayıp, yanlardan çişini kaçırmadığı zamanlarda bir problem yoktu en azından J Ama tabi bu tamamen benimle alakalıydı ve ilk denemelerde yaşadığım tatsızlıklardı. Sonra çözdük birbirimizi J Geceleri ayrıca satılan ekstra iç pedlerini ekleyip uyutunca da bizim kuzuyu,  gayet rahat ettik. Çünkü gece ekstra ekstra kuruluğa ihtiyacı oluyordu. Kalitesi bir harika bu arada bu bezlerin gerçekten bir kerelik alıyorsunuz diyebilirim. Fiyat kıyaslaması yaparken bunu muhakkak akılda tutmak gerekiyor bence.






Zorda kaldığım durumlarda standart hazır bezlerden de kullandım bir dönem. Wionalar tükenip, kumaş bezlere geçiş için hazır olmadığımızı hissettiğim bir dönemdi bu.  Bir arkadaşımın bebeğinden kalan bezleri bana hediye etmesi de bu tercihin bir sebebi olmuş olabilir tabi J İlk izlenimler neydi peki? “Ne kadar yumuşacık yapmışlar bir kere” dedim. Bebeği de çok güzel kavrıyor. Islaklığı vs. de hiç mi hiç dışına taşırmıyor (uzunca süreler altında kaldığı zamanlarda bile) Kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? Evet, bence de. Ama işte o ıslaklığı dışarı vermemesi için yapılan jel tabaka kanserojen maalesef. Ve biz 24 saat bebeğimizin cildini bu bezlere mahkum ediyoruz L O yüzden benim içim hiç ama hiç rahat değildi. Kumaş bezlerime geçiş yapacağım günleri iple çekiyordum. Nihayetinde birkaç ay sonra, dönüşümlü olarak kullanabildiğim kumaş bezlerime geçiş yapabilmiştim.


Tabi pekçok marka kumaş bez arasından denemek amaçlı sipariş ettiğim Bambino Mio’larım da yeterli sayıda değildi ilk etapta. Neyse ki sonrasında farklı bir marka ile daha tanıştım. İsmi Pamucco. Hem de bir Türk markası.  Ne bileyim bu bile böyle kalbimin bir yerini ısıtmaya yetmişti. İsmi gibi, pamuk gibi gelmişti bana J Bir de bunu deneyeyim dedim. Bu bezler 2 parçalı ve %100 pamuk iç bez ve dış kılıftan oluşuyor. Tek renk (beyaz) ve desensiz. Gösterişsiz ama bence çok sade ve amaca hizmet eden bir bez.  İç bezlerinden yedek alarak tek bir dış bezle, sadece iç bezleri değiştirerek belki daha pratik çözüme ulaşabileceğimi düşünmüştüm sipariş ederken. En azından bebek çantasında taşırken daha az yer kaplayabilir demiştim.  Peki bu düşüncemde haklı mıydım? Tabi ki olabilir belki ama kesinlikle doğru bir zamanlamayla. Çünkü iç kumaş bezleri sık sık değiştirmezseniz dışındaki kılıfı da nemlendirme durumu olabiliyor maalesef. Ama iç bezi çift kat kullanarak ve/veya düzenli alt değiştirerek bu sorunun üstesinden geliyorsunuz çok rahat bir şekilde. Tamamen alışkanlıklarla alakalı yani ;) Bu arada bu bezler 3 farklı ebatta üretilmiş. Bebeğin ayına göre sipariş ediyorsunuz. Yani bir dönem sonra kullanım ömrünü tamamlıyor.






Başlıkta kumaş bez hazır beze karşı demiştim. Peki kim mi kazandı dersiniz? Tabi ki KUMAŞ BEZ! Ve tabi ki her türlü! Çünkü sağlıklı, çünkü doğaya zarar vermiyor, çünkü uzun vadede ekonomik olarak da cebinizi yormuyor ve aslında ıslaklığı hissettirmesi ve daha sık müdahale gereksinimi durumu, bezi tamamen bırakma sürecinin hızlanmasına sebep oluyor yani tuvalet iletişimini de destekliyor. Tuvalet iletişimi de ayrı bir yazının konusu olacak bu arada. Bu konuda Özüm’ün anlatacak çok şeyi var çünkü ;)

Bu arada; Özüm kız için çıktığım bu macerada kendim için de keşiflerde bulundum ve onu da paylaşmadan edemeyeceğim. Mantık aynı. Kadın pedlerinin kumaş ve yıkanabilir versiyonu yani. Pamucco’nun bir ürünü bu da. Görünce aşık oldum açıkçası. Çünkü ne idiği belirsiz şu kadın pedlerini kullanmaktan oldum olası haz etmedim.  Sağlığımıza olan negatif etkileri de cabası. Ben kullandım ve çoookk ama çoookk memnun kaldım. Açıkçası tekrar kullanımı anlamında harcadığım emek ve zaman hiç ama hiç gözüme gelmiyor. Şu an o kadar mutluyum ki :)

Kafasının bir yerinde kullan-at hazır bez ve pedlere karşı soru işareti taşıyan herkes bence bu ürünleri mutlaka denemeli, bu konuda hiç düşünmemiş kişiler de kesinlikle biraz zaman ayırıp düşünmeli ;)







17 Ocak 2016 Pazar

SİZE GÖRE “DOMUZ” BİZE GÖRE “DOMUZCUK” GRİBİ


Özüm doğalı yaklaşık 8 ay olmuştu. Bu kışı ve ilk yaşını hasta olmadan atlatabilmesi aslında hedefimdi ama malum hayat planlar yapmamı sevmiyordu. Ben planlar yaparken o da kendi planlarını uygulamaya koyuyordu ya hani, minik kuşum için de bazı planları vardı demek. Olmasa iyiydi ama :( Neyse...
Sanırım hafta sonu arkadaşlarımızla katıldığımız bir organizasyonda virüsü kapmıştık. Ve ne olduğunu bile anlamadan kendimi yataktan kalkamaz, elimi kolumu kıpırdatamaz, baş ağrısından gözümü bile açamaz ve yüksek ateşten cayır cayır yanarken bulmuştum. Grip oldum diyerek yatak odama çekildim ve 2 gün boyunca da çıkmadım/çıkamadım. Dedim ya elimi bile kaldıracak mecalim yoktu. Vücudumun her yeri ağrıyordu. En çok da başım. Migren ağrılarına bile ağrı demeyip ilaçsız atlatan ben, böyle diyorsam düşünün artık siz nasıl bir ağrı. İlk belirti boğazda hafif bir yanmaydı aslında ve 'Eyvah!' dedim. 'Yine benim malum kış hastalıklarım'. Hemen sarıldım tabi sarımsak-limon, çörekotu-elma sirkesine. Seneler olmuştu ilaç kullanmayı bırakalı ve doğal antibiyotik ve antiseptiklerle kendimi tedavi etmeye başlayalı. O gün bugündür de kendileri benim ekürilerim olmuştu :) Bu yüzden hissettiğim minik bir belirti sonrası yine erken davrandım ve sabahına boğaz ağrımdan eser yoktu. Seviyordum bu 'kocakarı ilaçlarımı' :). Onlar benim ben onların dilinden anlar olmuştuk. Yalnız sabah kalktığımda başka sürprizler bekliyordu bu sefer beni. Eklemlerimde şiddetli ağrılar, yoğun baş ağrısı, halsizlik, iştahsızlık. Bu klasik bir soğuk algınlığı ya da boğaz enfeksiyonu değildi hani şu benim her kış ayak üstü 3-5 defa geçirdiğim. Evet bu gripti. Ve beni bile! yataklara düşürebilmeyi başarmıştı. 'Beni bile' diyorum çünkü 1-Hiçbir şey yapmadan yatmayı hiç sevmem 2-Ağrı eşiğim yüksek olduğundan sanırım kolay kolay da yatmam. Ama artık bu nasıl bir gripse o an gözümü bile açamadan, elimi bile kıpırdatamadan, bir lokma yemek yemeden, ilk gün boyunca Özüm'ü bile göremeden (ki en acısı buydu) 2 gün boyunca tabiri caizse ceset gibi yattım. Sadece vitamin niyetine taze sıkılmış portakal suyu içebiliyordum. Ha bir de kuşburnu çayı tabi, ha bir de ıhlamurlu, elmalı, zencefilli, tarçınlı, karanfilli bitki çayı :) Yani bitki çayları ile kendime gelmeye çalışıyordum çünkü diğer odada bana ihtiyacı olan ve beni bekleyen dünyalar tatlısı bir kızım vardı ve bir an evvel ona kavuşmalıydım. Geçirdiğim pekçok kronik rahatsızlık sonrası kullandığım onlarca ilaçtan sonra, hem kalıcı bir iyileşme sağlayamayıp hem de yeni yeni alakasız pekçok hastalığı da eklerken karneme,  'gerçekten gerekmediķçe' doktora gitmeyip kendi kendimin doktoru olma kararı almıştım bundan birkaç sene önce ve iyi ki de öyle yapmıştım. O gün bugündür hem kendimi daha sağlıklı hissediyordum hem de daha az hastalanmaya başlamıştım. Neyse efendim amma uzattım lafı. Sözün kısası bu da alt tarafı gripti ve atlatacaktım. En son 39.3 dereceyi görmüştüm termometrede ve sonrasında da tekrar ölçüm yapmadım, tek yaptığım ılık limonlu su ile ayak ve baldırlarıma yaptığım uygulama ve ara ara ılık duştu. Bir gün boyunca 39un altına düştüğünü söyleyemem ateşimin. Ama vücudum savaşıyordu ya ne de olsa, yüksek ateş demek o kadar çok savunma ve güçlü bağışıklık demekti o yüzden hiç karışmıyordum zat-ı-alilerinin işine. Onu uzaktan izleyerek, zaten hayatta kalabilmeye programlanmış döngüsünü sekteye uğratmayacaktım dışarıdan müdahalelerle.
Özüm annem ve eşime emanet. Eşim: 'Ateşin çok yüksek hastaneye gidelim' yorumları eşliğinde (-ki son değerleri kendisi hiçbir zaman görmedi -yoksa yaka paça da olsa zorla götürürdü beni :) , bir taraftan bu baskının bana pek kar etmeyeceğini bildiği için de bir süre sonra tepkisiz izliyor neler olacak diye. Ne mi oldu? 2.günün sonunda artık odamdan kafamı çıkarabiliyor ve yemek yemek için masaya oturabiliyordum. Yiyebiliyor muydum peki? Eh işte diyelim. Ölmeyecek kadar :) İlk günün sonunda da Özüm'le hasret gidermeye başlamıştık. Emzirmek için ara ara kavuşuyorduk kızımla. Gerçi beni tanıyor muydu bilinmez ağızda maske, saç baş birbirine karışmış şekilde ama? O da ben de bir şekilde idare ediyorduk. Neyseki emzirmek bu dünyanın en güzel şeyiydi de, bu vaziyette bile hiiiç ama hiiiç koymuyordu bana.
2.günün sonunda birden iyileştim mi peki? Tabi ki hayır. Yoğun öksürük krizleri ile devam ediyordum hastalığımla boğuşmaya  aslında taaa ki, emzirirken Özüm'ün avuçlarım arasında ateş topu gibi yanmaya başladığını hissedene kadar. İşte o an iyileşmiştim daha doğrusu zorundaydım  ve dahası kendimi unutmuştum bile. Ateşini ilk  ölçtüğümde 37.8 di. Evet benim için korkulacak bir değer değildi ama ateşi vardı ve artacağa da benziyordu. Emzirmeye devam ettim. En iyi ilacı annesinin sütü olacaktı çünkü. Ona da sanırım benden bulaşmıştı bu hain virüsler. O kadar korunmama rağmen hem de. Her emzirme seansı öncesi ya banyo yapıyor, ya komple kıyafetlerimi değiştiriyor ve maske kullanmadan uyumuyordum bile ama işte olacak olduğu zaman oluyordu. Keşke benimle 2 katı 3 katı daha fazla savaşsaydı da bu hain virüsler kızımı hiç bulaştırmasaydı bu işe olmaz mıydı? diye düşünüyordum sık sık.  “Olmazdı” diyorlar. “O da savaşmalı, kazanmalı ve bağışıklığını kuvvetlendirmeli”! “Peki” diyorum ben de. “Hodri meydan! Biz hazırız” :).
Ateşi gitgide artıyor ben limonlu su ve ılık su uygulamasını ona da yapıyordum. Ayaklarına bu suya batırılmış çoraplar giydiriyordum sık sık. Zaman zaman düşürüyor, kontrol altına alıyor zaman zaman da hızla yükselmesine engel  olamıyordum ama. Doktorumuza da danıştık 38 derecenin üzerine çıkmasına pek müsade etmeyin ateş düşürücü verebilirsiniz dedi. Ama niye ki? Zaten 38 dereceye ne kalmıştı? Ben onun da vücudunun savaşmasını ve böylece daha da güçlü bir bebek olarak devam etmesini istiyordum hayata. Ona bırakabileceğim en büyük hazine bu olacaktı çünkü. Hem ateş kötü birşey değildi ki. Bir hastalık da değildi zaten. Bir göstergeydi sadece. Vücudun savaştığını anlatan bir gösterge. O yüzden baskılamak ne derece doğruydu? Neyse kendimce bir sınır değer belirledim kafamda. Neye göre mi peki? Tamamen içgüdüler desem :)  O değeri aşmadıktan sonra herhangi bir ateş düşürücü vermeyecektim kızıma. Ve öyle de yaptım. Önerilen ilaçların yurtdışında yasaklatıldığını bile bile, sırf termometrede daha düşük bir değer okuyabilmek adına kızımı zehirlemek istemiyordum. Ne de olsa ateş işi bittiği zaman gidecekti, ben istediğim zaman değil. Değerin ne olduğunu ise yazmayacağım buraya ama sadece kızı annesinden daha dayanıklı çıktı dersem siz anlarsınız sanırım :). Saat sabaha karşı 03:00, yaklaşık 9 saattir ateşle mücadelesini sürdüyordu kızım. Tabi ki sürekli kontrol bu noktada çok önemli, gözden hiçbir şeyi kaçırmamak gerekiyor.  Düzenli yaptığım ateş kontrollerinden sonuncusunda, aklımdaki sınır değere bir anda sıçrayıvermiş olduğunu görüyorum minik kızımın ateşinin ve pek de gerileyeceğe benzemediğini hissediyorum. Annelik böyle birşey işte, en azından benim için tamamen “hissiyat ve içgüdüler”… En doğru ve en güvenilir yol göstericilerim onlar benim.  Heyecanlanıyorum tabi ve daha da ilerleyip gecenin bir yarısı ellerimizi ayaklarımıza dolaştırmaması adına doktorumun önerisinden de az bir ölçek ateş düşürücü şurup veriyorum Özüm'e.  Ne de olsa saatlerdir hiçbir müdahale olmadan savaşmış ve bu da onun minik bedeni için bence yeterli olmuştu. Yine de o şurubu verirken bile suçluluk duydum mu? Duydum. Ne deli kadınım ben de! Millet ilaç vermezse suçlanır, bense verince. Ne yapayım işte. Ben de böyleyim. Daha doğrusu 30'umdan sonra ve hayatın beni yönlendirmesi sonucu bu hallerdeyim :) Yazsam hakikaten roman olur ve belki de bir gün yazarım. Ama en azından şu anda şunu söylemek isterim ki kimse beni doktor, tıp, ilaç karşıtı zannetmesin (Şeyyy, tamam belki biraz ilaç karşıtı olabilirim ama :). Sadece kişinin kendi bedenini çok daha iyi analiz edebildiğini ve daha bütüncül bir yaklaşımla "kronik" rahatsızlıklarına çözüm üretebileceğini düşünüyorum. Keşke günümüz modern tıbbı, altında yatan sebepleri irdelemeden, 'ben'le 'sen' arasında fark olduğunu bilmiyormuş gibi herkese aynı tedaviyi önerip, reçeteler dolusu ilaçlarla eve göndermeseydi hastasını da ben de böyle düşünmeseydim ama maalesef bugün durum böyle. Hipokrat'tan sonra çok şey değişti yani :) Bu yüzden kendi kendimin doktoru oldum ben. Tabi ki hekimlerin varlıklarının da duacısı olduğum durumlar yok değil. Kazalar, akut rahatsızlıklar, acil durum ve ameliyatlar gibi ve onları ayrı bir yere koyuyorum ama ben her başı ağrıdığında doktora giden, her midesi bulandığında ilaca sarılan biri olmadım ve olmak da istemiyorum. Ve bu halimden çok ama çok mutluyum. Etrafımdakiler mutlu mu derseniz? İşte onu bilemiyorum. Bence onlara sormak lazım :). Neyse en azından şunu söyleyebilirim ki  doktorlarımın pekçoğu da saygı duyup desteklerler beni. Yani çok da 'kötü çocuk' sayılmam sanırım :).
Yine uzadı gitti laf. Nerde kalmıştık? Özüm'ün ateşi düştükten sonra sabaha kadar uyudu ha bir de gece kusması olmuştu. Benim güleç, homini gırtlak yiyen kızım gitmiş, durgun, gülmeyen, gözlerini zor aralayan ve iştahsız başka bir bebek gelmişti. Gel de için parçalanmasındı. Zordu annelik zordu. Neyse sabah olsun. İlk işimiz doktoruna  götürmek olacaktı. Bana pek masum gibi gözükmeyen bir durum vardı ortada ve işte bu noktada 'bence' doktora gitme vaktiydi. Nitekim gittik ve yapılan testler sonucu Özüm'ün 'domuz gribi' olduğunu öğrendik. Kulağa ne kötü geliyor öyle değil mi? Domuz Gribi!!! Yoooo, bana kötü gelmiyor işte, diğer grip türlerinden pek de farklı olduğunu da düşünmüyorum açıkçası ve biraz fazlaca da abartılıp haber yapıldığını düşünüyorum  üstelik.   Ama tabi yüzümde güller de açmıyor hani bu haberi aldığımda, tıpkı doktorunun bilgilendirirken yüzünde güller açmaması gibi.
Ama bana ne söylüyor biliyor musunuz? “Hadi bakalım,  bu da bizim için bir test olacak. Anne sütü alan, organik ek gıdalarla beslenen, annesi doğal beslenmesine vs. önem veren, kimyasallardan ve ilaçlardan uzak bir hayat süren ve doğal yollarla müdahalesiz bir şekilde doğan Özüm bebeğin bu hastalık karşısındaki ilerlemesi nasıl olacak? Tüm bunlar bakalım ne kadar işe yarayacak? Ya da yarayacak mı?”
Heyecanlanıyorum birden Özüm'ün poposuna bir şaplak atıyorum ve 'Hadi bakalım kızım göstereceğiz' :) diyorum. Eve geldikten sonra yazılan alternatifli ilaçlar arasından sadece ateş düşürücüden yine az bir ölçek içiriyorum ve 39ların üzerine çıkan ateş gitgide geriliyor, geriliyor. Ve ekstra başka hiçbir destek almadan iyileşme yolunda en büyük adımı atıyor geceyi huzurlu bir şekilde uyuyarak geçiriyor Özüm. Annesi ne yapıyor peki? O da yaklaşık 48 saattir uykusuz, kızının başında nöbet tutuyor ve hiç işi yokmuş gibi bunları yazıyor. Aslında o kadar çok işi var ki ama sanırım yazmayı seviyor. Bu arada şu bizim 'Domuz' gribiyle olan mücadelelerinin sonucunu da çooook merak ediyor. Bakalım göreceğiz ;)

Hastalığın 2.günü:
Özüm'ün ateşi normal vücut sıcaklığına gerilemiş durumda. Hem de toplasanız bir ölçek şurup zor vermişken. Yani aslında kendi zaferi ile. Kaçmış olan iştah da giden ateşle birlikte geri gelmeye başladı. Birdenbire olmasa da o gelişmeyi gözlemlemek bile çok iyi geliyor insana. Giden neşe-keyif ise son sürat geri dönmekte. Benim eli ayağı durmaksızın işleyen kızım yine aynı coşkuyla devam ediyor hareketlerine. Doktorumuz öksürüğü olacak dedi. Şimdi onu bekliyorum açıkçası yoksa çoktan iyileşti derim bu güçlü miniğe. Ama umarım olmaz o öksürük illeti de. Çünkü kendilerinden haddinden fazla çeken biriyim. Bugünü de geçirelim bakalım. Sonra daha net konuşabileceğim.

Hastalığın 3.günü:
Sanki hiç hasta olmamışız gibi :) Doktorumuzu bilgilendiriyorum gelişmelerle ilgili. Ve soruyorum savaşın galibi sayılabilir miyiz diye? Gelen cevap gücüme güç, mutluluğuma mutluluk katıyor: SİZ KAZANDINIZ!

Evet, şu medya aracılığı ile haddinden fazla korku salınan, ölümlere sebebiyet verdiği ilan edilen meşhur “domuz gribi”, bizim eve de uğradı. Nasıl olduğumuzu merak etmiş. Çooooookkkk ama çooookkk iyiyiz dedik ve uğurladık kendilerini. Baktı bizden iş çıkmayacak çok da kalmak istemedi zaten.  “Güle güle sevgili ‘Domuzcuk’ gribi. Bana ve kızıma güçlü bir bağışıklık bıraktığın için de ayrıca teşekkürler. Kal SAĞLICAKLA ;)

Minik not: Özüm'ün öksürüğü oldu mu peki? Olacak gibi oldu :) Çoook hafif bir burun akıntısı ve akabinde toplasanız 10 kereyi geçmeyen, sürekliliği olmayan öksürükler. O da hastalığı atlattık dedikten sonra başlayan. Bunu da burnunu düzenli temiz tutmaya çalışarak ve soğuk buhar uygulaması yaparak (1 soğanı ortadan ikiye kesip buharın önüne tutarak -reçete doktoruma ait bu arada-beni çözen doktorum şurup demeden önce bunları telaffuz ediyor bana ne mutlu :) ) atlattık sanıyorum. Bir de hastalığın başından beri içirdiğim papatya ve ıhlamurlu elma çayının da katkıları olmuştur sanıyorum.

Bir minik not daha: Bunlar benim uzun seneler boyunca ve vücudumu tanıdıktan, neye, ne kadar, nasıl ihtiyacı olduğunu keşfettikten sonraki deneyimlerim ve uygulamalarım. Siz siz olun doktorunuzu dinlemeyi ihmal etmeyin ama tabi iç sesinizi de yabana atmayın ;) 





ÖZÜM'ÜN DOĞAL DOĞUM HİKAYESİ❤

 
Tarih: 18 Mayıs 2015 

Saat: 04:48

İlk tepki: Önceden planlamadan ve tamamen o anki heyecanla alınan ve hatta sonrasında unutulan bir ekran fotoğrafı (sonradan telefonumu kurcalarken görüp, yüzüme kocaman bir tebessüm konduran ve "ne iyi yapmışım" dediğim, aynı zamanda ne zamandır yazmayı düşünüp bir türlü fırsat bulamadığım ve hatta nasıl başlayacağımı bilemediğim doğum hikayemi yazmama sebep olan). 

Demek böyle başlayacakmışım... 



Evet, bu resmi gebeliğim boyunca telefonumun ekran koruyucusu ve duvar kağıdı olarak kullandım. Bir sosyal paylaşım platformunda görüp beğendiğim bir resimdi ve benim için herşeyin özetiydi. Resimde çömelerek doğumuna yol veren bir anne adayı ve üzerinde de “yapabilirim ve yapacağım” yazısı vardı.

“YAPABİLİRİM VE YAPACAĞIM”!

???????

Gerçekten yapabilir miydim acaba? Ben de bu resimdeki kadın gibi “aktif bir doğum” gerçekleştirebilir miydim? Yani doğumuma kendim yön verebilir miydim? O an rahat ettiğim/ihtiyaç duyduğum pozisyon/durum ne ise onu talep edebilir miydim doğum esnasında? Bunu o kadar çok istiyordum ki çünkü. Yani, “tamamen müdahalesiz doğal bir doğum” yapabilmeyi! Bu resim o yüzden çok iyi gelmişti bana. Aynı zamanda artık tanık olmamızın belki de mümkün olmadığı ama hala annelerimizden, ninelerimizden dinlediğimiz o “tarlada çalışırken doğuran kadın” mitini de hatırlatıyordu. Hem onu düşünüp, hem bu resme bakıp daha da iştaha geliyordum ben de.
Çünkü;
“Doğum” kadına verilmiş en büyük hediyeydi benim için. Kadınlığın şanıydı. Onun “ÖZÜ” idi, “doğal”ı idi. O, bu yüzden kadındı. Tabi ki “yapabilirdi ve yapacaktı”! Doğadaki diğer memeli canlılar gibi o da doğurabilme potansiyelini içinde barındırıyordu. İnsanoğlu var olduğundan bu yana çoğalıyordu/doğuruyordu.
Peki bana “ACABA?” dedirten neydi o zaman?
deyip bırakmıştım yazımı.

İşte bu noktadan itibaren de hikayeyi tamamlamak adına günlerdir uğraşıyorum. Ama anlatacak o kadar çok şey var ki, yazdıkça “hikaye”den “roman”a doğru kaydığımı farkediyor ve silip silip baştan yazıyorum 
😊
Yapabildiğimin en iyisi ve en sadeleşmiş haliyle hikaye şöyle devam ediyor:

...

Evet, bana ACABA dedirten sebeplerin birinci ve en önemlisi gebeliğim boyunca yaşadığım, 5. aydan itibaren de beni yataklara düşüren çok nadir görülen bir rahatsızlıktı. İsmi SPD (Symphysis Pubis Dysfunction). Özetle: Pelvik (leğen) kemikteki beklenenden fazla açılma ve asimetri oluşturma durumu. “Sadece sırt üstü yatmak” dışında, gündelik her türlü ihtiyacı gidermenin acılar ve gözyaşları içerisinde gerçekleştiği bir durum hem de. Ve akabinde, önce pelvik korse, sonra koltuk değneği ile devam etmek zorunda kaldığım, daha sonrasının ise tekerlekli sandalyeye kadar gidebileceğini öğrendiğim kabus dolu bir gebelik dönemi.



Zihnimde dolanan ise tek bir düşünce: Bu şaka olmalı! Hem de çok kötü bir şaka!
Doğumumla ilgili çok güzel hayallerim vardı çünkü. Bunun için de büyük bir potansiyel barındırıyordum içimde. Doğumun doğası hakkında pek çok şey okumuş, araştırmış ve kendimi hazırlamıştım. Hem de henüz gebe bile değilken. Kötü hikayelere kulaklarımı tıkamış, hep pozitif, güzel hikayeler dinlemiştim. Nasıl bir doğum yapmak istediğimi seneler öncesinden biliyordum bu yüzden.
Ama şimdi yattığım yerden kalkarken bile belden aşağımı kontrol edemez ve bacaklarımı yataktan aşağı indirebilmek için eşimden yardım ister durumdaydım. Ağrılarımın sebep olduğu gözyaşlarıma, bir de hayal kırıklıklarımın sebep oldukları eklenmişti. Psikolojim allak bullaktı.
Bu rahatsızlığı yaşamadan önce bile, hayalimdeki doğumu gerçekleştirmek için gerçekten çaba harcamam gerektiğini ve bunun da zorlu bir süreç olacağını düşünüyordum, dahası sanırım da öyleydi. Sezaryen oranlarının alıp başını gittiği ülkemizde, doğumların çoğu; nedense, bir şekilde, son anda sezaryen olmak zorunda! kalıyordu ve artık doğal olan bu olmuştu. Halbuki, aslında sezaryen bir ameliyattı, tercihe bırakılmış bir doğum şekli değil. Gerçekten gerekli olduğu durumlarda ise hayat kurtarandı ve böyle durumlar için de “iyi ki var”dı. Ama daha fazlası değildi ve de olmamalıydı. İşte 2. ACABAm da bu yüzdendi. Sistem bunu dayatır olmuştu neredeyse. Hastaneler bile öyle afili kampanyalar yapıyorlardı ki sezaryen doğum alternatifi için. Doğum fotoğrafçısı, kuaför ve buna benzer bilimum cazip öneriler sunuluyordu önüne anne adayının. İlk sordukları soru da “Hangi tarihi planlıyorsunuz doğum için?” oluyordu. Tebessüm ederek “Planlamıyorum, bebeğim ne zaman isterse o zaman olacak” dediğinizde de tuhaf tuhaf bakıyorlardı yüzünüze.
Öncesinde kafamı kurcalayan düşünceler işte bunlarken, sonrasında sezaryenin gerçekten gereklilik olarak değerlendirilebileceği bir durumla sınanıyor olmak hayatın ironisiydi benim için. Ama hayata dair bir gerçek de vardı ki bildiğim: İnsan gerçekten isterse herşeyi yapabilirdi. Bunun için inanması yeterliydi.
Hadi mucizenin gerçekleştiği o güne hızlı bir geçiş yapalım o zaman.
Elimizde neler var?
Çok zorlu bir gebelik geçiren, hayalleri yıkılmanın arifesinde ama inandıkları uğruna çabalayan, araştıran, öğrenen, bu uğurda savaşarak zafere ulaşabileceğini de çok iyi bilen azimli bir anne ve onun “en doğalından bir doğum” yapabilme hayali!
Tarih:18.05.2015
Gebeliğimin son aylarında olduğu gibi yine uykusuz gecelerden biri. Salonda volta atıyorum. Neyse ki son 2 haftadır yüzüm gülüyor. İnandığım şey gerçek oldu. Artık koltuk değneksiz de çok zorlanmadan hareket edebiliyorum. Acı çekmeden yürüyebiliyor olmanın bile başlı başına şükür sebebi olduğunu idrak ettiğim günlerin ertesindeyim. Şükürdarım. Salonda volta atmak bir süre sonra yorunca oturup dinlenmek ve bizim minişle konuşmak istiyorum. Artık 40+0 dayız çünkü. Telefonuma indirdiğim bir uygulamaya göre tam da beklenen doğum tarihimizdeyiz. Bundan sonra geçecek her gün sanırım beni biraz daha heyecanlandıracak çünkü ben her ne kadar 42. haftaya kadar bekleyebilirim diye düşünüyorsam da zaman ilerledikçe farklı sesler duyabileceğimi biliyor ve bunun benim motivasyonumu bozmasını hiç ama hiç istemiyorum. Ellerim göbeğimde, hissederek sesleniyorum ona. “Artık herşey tamam minik kızım. Sen de sağlıklısın, aramıza gelmek için hazırsın. Biz de seni 4 gözle bekliyoruz. Ne olur çok bekletme de gel”. İçim geçiyor oturduğum yerde sonra. Bir süre sonra ise gözlerim açılıyor. Yine çok sıkışmışım. Zaten son aylarda adeta tuvalette geçiyor ömrüm. “Hadi kalk tuvalete gir ve sonra biraz uyumaya çalış Özlem” diyorum. Veee, o da ne? Tuvalete gittiğimde gördüğüm şeyle kalbimin atışlarını kulaklarımda hissediyorum resmen. Evet bu gördüğüm şey “nişan”!. “Kızım sesimi duydu ve gelmeye karar verdi. Şükürler olsun” diyorum. Nişanı görmemle eş zamanlı hafif adet sancılarına benzer sızlamalar hissediyorum kasıklarımda. Yüzümde güller açıyor. Bu anı kaydetmeliyim diye düşünüyorum ve telefonumu elime alıp ekran resmi çekiyorum. Saat: 04:48
Sessiz sedasız salona geri dönüyorum sonra. Bundan sonra kızımla çok güzel bir işe imza atacağız çünkü o yüzden odaklanmak istiyorum. Eşimi uyandırmak aklımın ucundan geçmiyor bile. Açıkçası ne kadar yalnız kalabilirsem o kadar kolay olacağını düşünüyorum herşeyin. Doğumum başladı biliyorum ama doğumun hemen gerçekleşen bir şey olmadığını da biliyorum. O yüzden ilk saatlerinde hiçbir şekilde bölünmek istemiyorum. Doktorumla konuşmuştum zaten. Doğumun çok büyük bir kısmını evde geçirmek istediğimi ve artık sonlara doğru hastaneye geleceğimi (müdahalesiz bir doğuma en yakın bu şekilde olabileceğimi) o da biliyordu ve onaylamıştı. Evde geçireceğim bu süreçte de yalnız olmayacaktım. Yanımda hem ebem hem de doulam Katie olacaktı. O yüzden doktorumun da içi rahattı. Süreçte kontak halinde olacaktık zaten.
Dalgalar geliyor, bense onları büyük bir sükûnet ile karşılıyordum. Gebeliğim öncesi her sabah güne yoga ile başlayan ben, gebeliğim süresince maalesef ki yoga yapamamış olsam da, yattığım süre boyunca yoganın bana yadigarı nefes tekniklerini uyguluyor ve gerçekten hem zihnen, hem bedenen çok rahatlıyor ve gevşiyordum. Bu süreçte okuduğum “hypnobirthing” kitapları da nefesin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha vurguluyor ve ben de elinden yatmaktan başka bir şey gelmeyen bir gebe olarak doğum esnasında bunu lehime kullanmak istiyordum. Cep telefonuma indirdiğim ve gerçekten çok işime yarayan bir aplikasyonla dalgaların başlangıç ve bitişlerini kaydediyor ve ne aralıkta tekrarladıklarını görüyordum. Sanırım 2 saat geçmişti bile. Bu süreçte kızımla tek başıma devam ettiğim yolculuğumuza birilerini daha ortak etmem gerektiğini hissediyordum artık. Kaydettiğim dalga aralıkları ile ilgili ekran görüntülerini Katie’ye yolladım. Saat 06:30 falandı sanırım. “Evet, doğum başlamış biraz daha bu şekilde devam edebilirsin bence” dedi. “Anlaştık” deyip kapattım. Eşim uyanmasın diye bu görüşmeyi balkonda yapmıştım aslında ama sanırım ona da malum olmuştu ve odadan bana seslenerek kiminle konuştuğumu sordu. “Bizim kız gelmeye karar verdi sanırım. Büyük gün bugün!” dedim.

O andan itibaren heyecanıma ortak bir kalp daha vardı ve dalgaları kaydetme işi artık ondaydı. Ben sinyali veriyordum o ise kaydediyordu. Dalga aralıkları kısalmaya süreleri uzamaya başlamıştı. Evet herşey okuduğum ve öğrendiğim gibi ilerliyordu ve ben de bu yüzden gayet kontrollü idim. Ablamı da arayıp haber vermiştim. Onun desteğinin doğumuma çok büyük katkısı olacağını bildiğimden yanımda istediğim yegane kişi oydu, eşim ve ebem hariç tabi. O da koştu geldi hemen. Katie de yola çıkmış geliyordu. Dalga aralıklarının gitgide kısaldığını gören ablam ve eşim: “Katie ile neden hastanede buluşmuyoruz?” diye beni sıkıştırıyorlardı. Bense gayet iyi olduğumu ve hastaneye gitmek istemediğimi söylüyordum dalgalardan sonra gelen dinlenme aralarında. Tüm bu süreç içerisinde fiziksel olarak hissettiğim tek şey de belimdeki baskı şeklindeki ağrıydı. Sıcak bir duşun iyi geleceğini düşünüp hemen duşa girdim. Suyu, belimde hissettiğim ağrıya doğru akıtıyordum ve bu gerçekten rahatlatıcıydı. Duştan sonra ise ağrı kesici niyetine eşim ve ablamın belime uyguladıkları masajı kullanacaktım
😊
.

Gebeliğimin yaklaşık 3.ayında “Keşkesiz Doğum Kursu”nun Antalya'daki ayağına katılmıştık eşimle birlikte. Sanırım bu da süreç içerisinde “iyi ki yaptık” dediklerimden biri oldu çünkü gerçekte bir hayli panik olan eşim bile şu anda soğukkanlılığını koruyor ve orada öğrendiği masajlar vs. ile bana gerçekten büyük destek oluyordu. Bu arada doktorumu da bilgilendirdim durumla alakalı tabi. Ebemin gelir gelmez açıklığımı kontrol etmesini istedi. Katie geldiğinde yolun yarısını aşmıştım bile açıklığım 5cmdi. Ne güzel! Hiçbir şey katlanılamaz boyutta değildi ve dahası tahminimden çok daha iyi gidiyordu herşey. Evdeki süreç aynen devam ediyordu. Tek değişen kişi sayısıydı. Artık ben, bebeğim ve artı 3 kişi idik. Daha fazlasını da zaten istemiyordum. Bu yüzden herkesle önceden bir anlaşma yapmıştım. Yanımda panik olacak, beni de bu yüzden tedirgin edecek kimse olmayacaktı. Aslında her ikisi de fazlaca pimpirikli olan eşim ve ablamın da sanırım gayet sakin durmalarının sebebi buydu. “Yoksa tek başıma bile doğurabilirim” diye tehdit etmiştim herkesi. Bu konuda hiç şakam yoktu . 2. kontrolde açıklığım 8cm di ve artık yola çıkma vaktiydi. Evet, 8cm açıklıkla düştük yollara. Hastanemiz pek yakın da sayılmazdı. Dalga esnasında trans halinde, aralarında ise güle oynaya gidiyorduk. Hastaneye varır varmaz kapıda doktorumuz karşıladı bizi, odama çıkmak isteyip istemediğimi sordu. Doğuma çok az kalmıştı nasıl olsa, direkt doğum odasına gitmek istedim o yüzden. Nasıl bir yer olduğunu daha önceden gördüğüm için de içim rahattı. Tek kişilik bir doğum odası. Hastane ekipmanları da olmasa gayet sıcak bir ortam bile sayılabilirdi. Girer girmez ilk iş ışıkları kıstırmak oldu. Loş bir ortamda daha huzurlu olacağımı biliyordum. Eş zamanlı olarak fonda rahatlatıcı bir müzik çalmaya başladı. Sanırım bu da Katie’nin sürpriziydi. Son ayımda hem doktorum hem ebem hem de hastane ile doğum tercihlerimle alakalı yazılı bir doküman paylaşmıştım. 3.5 sayfacık uzunluğunda Hayalimdeki doğumu anlatan. İşte bunlar da o dökümanda yazanlardan sadece ikisi. Ama itiraf etmeliyim ki o anki heyecanla açıkçası kimsenin hatırına geleceğini tahmin etmiyordum. Hatta ben bile unutmuştum bazılarını. Bu yüzden mutlu olmuştum. Herşey istediğim gibi ilerliyordu. Ben gayet rahat, yanımda sevdiklerim, hastane ortamı demeye dilimin varmayacağı bir doğum odası…
                       

Dalgalar geldikçe bir eşimin, bir ablamın, bir Katie’nin, bir de hastanenin ebesi Nimet Ebe’nin kollarında buluyordum kendimi. Tek istediğim belime basınç uygulamaları oluyordu. O anda en yakınımda kim var ise. Doğum koltuğuna oturmadığım için ve aktif bir doğum deneyimi yaşadığım için de sanırım herşey daha kolaydı. Bazen tuvalette oturmak rahatlatıcı geliyordu, uzun dakikalar orada kalıyordum bazense yürümek istiyor çift odalı doğum odasında volta atıyordum. Bir bakıyordum Nimet Ebe yere bir örtü sermiş 4 ayak pozisyonunda devam etmek isteyip istemediğimi soruyordu. Aslında en çok rahat edebileceğimi düşündüğüm bu pozisyonda pek de rahat ettiğim söylenemezdi. İlk denemeden sonra ayakta devam etmeye karar vermiştim bu yüzden. Arada sadece 1 kez açıklık kontrolü için doğum koltuğuna oturdum. Sonra kaldığım yerden devam. Hastaneye geleli sanırım 1.5 saat olmuştu. Bu zaman zarfında hep ayakta karşılamıştım dalgaları. Doktorumun “İsterseniz dinlenmek için doğum koltuğuna oturabilirsiniz” teklifini geri çevirmeyip doğum koltuğuna yerleştim sonrasında.
O andan itibaren ise artık kendimi bir orkestranın şefi gibi hissetmeye başladım. Perdenin sahne tarafında ben muhteşem bir eser ortaya koymaya çalışıyor, diğer tarafında ise bu eserin tanığı olmaktan büyük mutluluk duyduğu yaptıkları tezahüratlardan belli olan eşim, ablam, doktorum, doulam, ebem. Gözlerim sürekli kapalı olduğundan görmüyorum ama sesleri kulaklarımda çınlıyor ve beni daha da yüreklendiriyor. “Harikasın”, “Çok iyi”, “Aynen devam et”, “Çok az kaldı”. Perdenin diğer tarafından gelen tezahüratlar ne kadar da iyi geliyor. “Saçı göründü artık çok az kaldı” dediklerinde şaşkınlıkla birlikte büyük bir mutluluk yaşıyorum. Tahminimden çok daha kolay ilerlemişti herşey çünkü. Yakında hayatımın gerçek anlamına, özümden bir parçaya kavuşacaktım. Doğumun son dakikalarını yaşıyordum madem, o çok sevdiğim ve çok rahat ettiğim elbisemi de çıkarma vakti gelmişti. Doğar doğmaz annesinin çıplak vücudu üzerine bırakılacaktı çünkü miniğim. İlk onun sıcaklığını duyacak ve hemen emmeye başlayabilecekti. “Ten tene temas” o kadar önemli birşeydi ki, onu atlamak olmazdı. Elbisemi çıkardıktan sonra tekrar gözlerimi kapayıp nefesime odaklanmıştım. Baştan beri yaptığım gibi. Gözlerimin önünde ise bir nilüfer çiçeği (lotus) imgesi var şimdi. Minik bir tomurcuk iken yavaş yavaş açılan, açıldıkça büyüyen ve yeni bir hayata yol verecek olan. Herbir yaprak açıldıkça ben de açılıyor ve bebeğime daha da yaklaşıyordum. Böyle hayal ediyordum yani. Mutluluk, heyecan, sabırsızlık, huzur, dinginlik benimleydi. Korku, endişe, ağrı ise yanıma bile yaklaşmamışlardı. Sanırım diğerleri olunca onlara yer de kalmamıştı.
Ve, artık ıkınma hissi de eşlik ediyordu dalgalara. İstemsiz bir ıkınma hissi. Doktorum aralıksız birkaç nefesle, bebeğime kavuşacağımı söylediğinde sahip olduğum tüm enerjimi de bu nefeslere harcadım ve bir balık gibi kayışını hissettim özümün, Özüm’ün. Kahkahalar, mutluluk nidaları dolduruyordu şimdi de odayı. Özüm göğsümde henüz göbek bağı kesilmeden memeyi bulmuştu bile. Dünyanın en güzel duygusu sanırım buydu. Nabız atımı bitmeden göbek bağının kesilmemesini rica etmiştim doktorumdan, Özüm’ün daha ona ihtiyacı vardı. Poposuna atılan bir şaplakla ağlayarak değil, doğal akışında kendi kendine nefes alarak merhaba diyecekti dünyaya. Öyle de oldu. Artık kesebiliriz dendiğinde ise o işi babası üstlendi. Böyle bir doğumu belki de hiç aklından geçirmeyen eşimin o an gözlerinde gördüğüm ışık sanırım onun mutluluğunu ve böylesi bir mucizeye tanık olmanın verdiği keyfi anlatıyordu. O an “iyi ki yapmışım” dedim. Özüm’ün ilk kontrolleri de göğsümde yapıldı ve en huzur bulduğu yerden, annesinin göğsünden hiç ayrılmadı. Bebeğimin eşi, sevgili plasentamız da 5 dakika içerisinde hiçbir müdahale olmadan kendiliğinden doğuverdi. Onunla ilgili de planlarım vardı. Bu yüzden “Plasentamı almayı unutmayalım” diye sıkı sıkı tembihliyordum ablama. 9 ay boyunca bebeğimi besleyen büyüten bu muhteşem kaynak, bundan sonra Özüm adına evimizin bahçesine dikeceğim bir erik fidanını besleyip büyütecek ve ona arkadaş olmaya devam edecekti. Epizyotomisiz, birkaç ufak dikişle ayrılıyordum doğum koltuğundan. Ve kendimi o kadar iyi hissediyordum ki, “Hadi gidelim artık odamıza” diye ayaklandım. Tekerlekli sandalye isteyen doktoruma “Ben yürüyerek gidebilirim ki” dediğimde ise gözleri faltaşı gibi açılmış, “O kadar da değil Özlem Hanım! Hadi bu sefer de bizim dediğimiz olsun” diyerek tekerlekli sandalyeye binmeye ikna etti beni. Kabul edişim de bir nevi teşekkür oldu benim için. O yüzden de üstelemedim. Doğduktan sonra yıkanmasını istememiştim bebeğimin. Kurulanarak ve üzeri giydirilerek babasına verilmişti ben doğum koltuğundan kalkarken. Sonrasında odamıza çıkarken ise yine benim kollarımdaydı. Bir an olsun yanımdan ayrılmadı. Hastane rutinlerinden hiçbiri de o an minik kızıma yapılmadı. O henüz dünyaya gelmişti ve ihtiyacı olan şey sadece ana sıcağıydı.
İşte böyle... Toplamda 7.5 saat süren, 5.5 saatini evde, son 2 saatini de hastanede geçirdiğim serüvenin sonuna gelmiştik nihayet. Sanırım evde geçirilen uzun saatler böylesi bir doğum yaşayabilmemin en büyük sebeplerinden biriydi. Hastaneye vardığımızda artık herşey rayına girmiş, 8cmden fazla açıklıkla gayet sakin ve huzurlu bir anne adayı olarak önerilebilecek hiçbir müdahaleye de mahal vermemiştim. Öyle ki, damar yolu bile açılmamış, NST denen aletle de tanışmadan bu doğum deneyimini yaşamıştım.
Sanırım hayatımda yaşadığım en özel, en spiritüel, en dönüştürücü saatlerdi. Ve herşey o kadar güzeldi ki varlıkları ile bu muhteşem ana çok büyük katkılar sağlayan eşim, ablam, doktorum, doulam ve ebem iyi ki hep yanımdaydılar. Onlar olmadan bu doğum olmazdı. Sonsuz teşekkürler benden hepsine. Teşekkürün en büyüğü ise, annesini bu zorlu yolda yalnız bırakmayan, onu hayallerine kavuşturabilmek için üstüne düşen herşeyi harika bir şekilde yerine getiren ve bu işi (doğumu) gerçekten çok iyi bilen minik kızıma: ÖZÜM’e !

              

Merak edilen birkaç başlıkla alakalı bir güncelleme yapmak istedim.

-Doğum yaptığım hastane: Antalya Memorial Hastanesi
-Doktorum: Prof.Dr. Münire Erman Akar
-Doulam/Ebem: Katherine Brinley
-Ebem: Nimet Ebe (Memorial Hastanesi)

Yukarıda da yazdığım gibi herbirinin sürece katkısı, süreçle alakalı pozititif etkisi inkar edilemez bir gerçek ama söylemeden geçemeyeceğim birşey daha var. Gebelik süreci de dahil olmak üzere bu hikayenin en büyük itici gücü: Gerçekten ne istediğini bilen ve buna yürekten inanan, bunun için çabalayan annedir! O olmadan diğerleri maalesef yetersiz kalır, anlamını yitirir! Çünkü en kısa şekliyle: Doğum esasen annenin ve bebeğinin işidir!