23 Kasım 2016 Çarşamba

RAW, VEGAN, "YOK"SUL PASTAM :)





Bu resimde görmüş olduğunuz güzellik ilk, vegan ve çiğ pasta denemem oldu. "Pasta da yok yok" değil, pekçok "yok var":)  Yani un YOK, Rafine şeker YOK, Gluten YOK,  hayvansal herhangi bir besin YOK,  pişirme derdi YOK,  ve en güzeli suçluluk YOK :)

Ben hem yaparken hem de yerken çok keyif aldım ve paylaşmak istedim. Denemek isteyenlere buyrunuz tarif ;)

Malzemeler:

Alt katman: 

-3 su bardağı kuru dut
-2 su bardağı hurma (Önceden birkaç saat suda bekletirseniz kıvam alması kolaylaşacaktır)
-3/4 su bardağı ham kakao (%100 kakao)
-1/4 su bardağı agave şurubu (akçaağaç şurubu ya da bal da olabilir-bal olursa vegan olmaz ;) )
-1 yemek kaşığı limon suyu
-1 fiske tuz (orjinal tarifte vardı ben eklemedim)
-1 yemek kaşığı vanilya özü (ya da bir fiske vanilya tohumu-ben vanilya çubuğu bulamadığım için bunu da eklemedim)
-Opsiyonel: 2 yemek kaşığı hindistan cevizi yağı (yumuşamış olması tercihtir) (Bu katmanın daha sert bir yapıda olmasını istersek bunu ekliyoruz yoksa eklemesek de olur)

Üst katman: 

-Yarım bardak hindistan cevizi yağı (sıvı formda ama sıcak olmayacak)
-1/4 bardak ham kakao (%100 kakao)
-3 yemek kaşığı agave şurubu (akçaağaç şurubu ya da bal da olabilir-bal olursa vegan olmaz ;) )
-1 yemek kaşığı vanilya özü (ya da bir fiske vanilya tohumu-ben vanilya çubuğu bulamadığım için bunu da eklemedim)

Süsleme:

İstediğiniz herhangi bir malzeme/meyve vs. ile süsleyebilirsiniz. Ben orjinal tarife uymadım ve en sevdiğim renk kırmızıya atıf olsun diye frenk üzümleri kullandım. Detaylar aşağıda.




Öncelikle kuru dutları rondodan geçirerek un kıvamına getiriyoruz. Pastamızın unu işte bu dutlar :)
Sonra ana katmanın kalan tüm malzemelerini rondodan geçirerek koyu kıvamlı bir hamur elde ediyoruz. Bu hamuru küçük kelepçeli bir kalıba yayabilirsiniz. Ben metal kelepçesiz kalıp kullandım ve çıkarması kolay olsun diye de kalıbın içerisine önceden yağlı kağıt serdim. (Kağıdı çıkarınca kenarları da çok hoş bir şekil aldı böylece ;) ) Malzemeyi kalıba yaydıktan sonra üzerine bastırarak sıkıştırıyoruz ve üst katmanı yaparken dondurucuya kaldırıp bir miktar donmasını sağlıyoruz.

Üst katman malzemelerinin de hepsini topak kalmayacak şekilde karıştırıyoruz. Dondurucudan çıkardığımız ana katmanın üzerine döküp yeniden dondurucuya kaldırıyoruz. En az 2 saat beklemesi gerekiyor. Bu arada üzerinin süsünün sabit bir şekilde kalmasını istiyorsanız bu malzemeyi döktükten sonra donmadan onları da eklemek iyi olabilir. Ben meyve ve yeşillik koyacağım için yemeden önce süslemek istedim. Tabi bu şekilde de meyveleri sabitlemek bir miktar sıkıntı oldu. Aklıma gelen bir fikri "Acaba olur mu?" diye denedim ve harika sonuç aldım. Bir miktar kakao yağı eritip, koyduğum meyvelerin saplarını birleştirip üzerine döktüm. Kakao yağı kolay donuyor. Buzdolabına koyduktan sonra hemen donup meyveleri sabitledi. Hatta pastayı dilimlerken çıkarmakta zorluk bile yaşadım o derece sağlam oldu yani :) Frenk üzümleri ile nane yaprakları, bir miktar hindistan cevizi rendesi ve kuru dut parçaları ile süsleme kısmını tamamladım ve sonuç ürünü ben çok beğendim ;)

Yiyen arkadaşlarımdan da güzel tepkiler aldım ve tarifi vermemi isteyenler için de bu minik yazıyı yazdım. Denemek isteyen herkese şimdiden afiyet olsun ;)

Not: Pasta minik boy bir pasta oluyor ama öyle yoğun bir lezzeti var ki incecik dilimler bile bir koca dilim pastane pastasından daha doyurucu ve tatmin edici.  Bu da böyle biline :)


17 Kasım 2016 Perşembe

ÇİKOLATA: MUTLULUK MU? SUÇLULUK MU?



Efendim bizim mutfaktan alınan son duyumlara göre “çikolata yapmak” mutluluk hormonu salgılatıyormuş :) Evet evet doğru duydunuz, YEMEK değil YAPMAK! Siz yemek diye biliyordunuz değil mi? Ne yalan söyleyeyim ben de öyle biliyordum :) Çikolata yedikçe mutluluk hormonu olan serotonin artıyor ve insanlar böyle “bir şeker, bir tatlı, bir yumoş yumoş” bir hal alıyor diye biliyordum ve hatta sırf bu beyanatın arkasına gizlenip çikolata yemenin hiç de suçluluk duyulacak birşey olmadığını düşünmeye zorluyordum kendimi ama olmuyordu. Yani bir taraftan mutlu oluyordum belki ama sonrasında hep bir suçluluk, hep bir pişmanlık :)

Neden mi? Yemekten zevk aldığınız herhangi bir çikolata paketinin arkasını çevirin ve içindekiler kısmına bakın. Cevap orada yazıyor. Ne olduğunu bilmediğiniz kelimeleri de birazcık araştırırsanız çözebilirsiniz.  “Oooo ona ayıracak vaktim mi var benim?” diyorsunuz belki. Belki de hiç sorgulamıyorsunuz bile. “Market raflarını süslüyorsa tabi ki yiyelim diye süslüyor öyle değil mi” deyip çok da enterese olmuyorsunuz konunun arka planıyla hatta. Endişe etmeyin bir zamanlar ben de öyleydim. Ama sonra aydınlandım :) Paketlerin üzerine “Kaç kaloriymiş acaba?” diye bakmak yerine “ İçeriğinde ne var acaba?” diye bakmaya başladım. Ve baktıkça da, “mutluluk hormonu”nu bastıracak oranda bir “suçluluk hormonu” salgılanmaya başladı ben de. 

Kolları sıvayıp konunun üzerine biraz eğilince ve “ne yersek oyuz” a inanınca bulunduğunuz konum birden evriliyor.  Siz eski siz olamıyorsunuz artık. (Buna hazırsanız girişin bu işe yani :) ) Böyle olunca da işler bir taraftan çok kolaylaşıyor bir taraftan ise oldukça çetrefilli bir hal alıyor. Kolaylaşması şu şekilde: Artık hazır paketli ürün tüketmemeye elinizden geldiğince gayret ediyorsunuz. Sağlıklı alternatiflerini oluşturabilmek adına da araştırmalar yapıyor, bu alternatiflere ulaşabilmek için kimi zaman emek, kimi zaman vakit, kimi zaman her ikisini de bolca harcıyorsunuz. Ama benim için işin zor olan kısmı bu değil. Aksine işin keyifli olan kısmı bu! Zor olanı ise artık sağlıklı olana ulaşabilmek ihtimalinin her geçen gün azalıyor olduğunu görmek, duymak ve bilmek. İşte hem zor hem de üzücü olan kısım bu!

Piyasa nasıl işliyor peki? Arz talep ilişkisiyle değil mi? Ne kadar çok talep varsa o kadar çok o ürüne ulaşabilme şansımız var. Günümüz tablosuna baktığım zaman gördüğüm görüntü bu yüzden endişendiriyor işte beni. “Sağlıksız ama pratik”, “sağlıksız ama lezzetli” olanı o kadar çok  talep ediyoruz demek ki, ki gözlerimizi alamıyoruz raflarda bu ürünlerin onlarca çeşidinden. Ama ben şuna inanıyorum. Zaman ilerledikçe insanlar vakitlerinin değil sağlıklarının daha önemli olduğunu keşfedecekler ve bu anlamda tercih kullanmaya başlayacaklar. Umarım çok uzun değildir bugünleri görebilmek ve umarım bunu keşfetmek bir şeyleri kaybettikten sonra olmaz ben örneğinde olduğu gibi!

Ha bir de nolur “Nereye kadar koruyabileceğiz kendimizi/çocuğumuzu? Sadece yediklerimiz mi? O kadar çok şey var ki sağlığımızı tehdit eden!” deyip kendimizce teselli aramayalım. Evet maalesef! çok şey var sağlığımızı tehdit eden ve maalesef! ne kadarından ne ölçüde koruyabilirsek kendimizi o kadar şanslı olduğumuzu ilerleyen dönemlerde göreceğiz. O yüzden bahaneler üretmeyelim ve elimizden geldiği kadarını yapmaya çalışalım en azından. Bu bile o kadar çok şey değiştirir ki hayal bile edemeyiz.

Neyse konu uzadı gitti. Aslında bu yazının amacı “Hadi gelin birlikte SAĞLIKLI, DOĞAL çikolatamızı yapalım!” dı. Hala da öyle. Eeee o zaman: Hadi gelin :)

Üstelik o kadar basit ki. Bir kere malzeme tedariği yaptıktan sonra, markete gidip çikolata almaktan daha az vakit harcayacağınızı garanti ederim :)




"EN DOĞALINDAN MUTLU ÇİKOLATA" :)

MALZEMELER

-1.5 yemek kaşığı kadar raw kakao (Yani ham işlenmemiş %100 kakao)
-50 ml kakao yağı (Aktarlardan temin edilebilir.)
-1 adet vanilya çubuğu (Çekirdeklerinin yarısı bu miktar için yeterli oluyor. Ben 2 kalıp yaptım 1 adet vanilya çubuğuyla)
-2 yemek kaşığı kadar da agave şurubu (Başka bir doğal tatlandırıcı da olabilir tabi)



Öncelikle yaklaşık 40 derecede sıvı forma dönüşebilen kakao yağı benmari usulü eritilir. (Malzemelerin olduğu fotoğrafta gördüğünüz yağın erimiş şeklidir yani normalde katı formdadır) Eriyen yağa kakao ilave edilip homojen olana kadar karıştırılır. Arkasından vanilya ve agave şurubu da eklenerek tekrar karıştırılır ve yaklaşık 1 adet kalıp için gerekli ölçüde çikolata elde edilmiş olur.
Ben bu tarifi bademli yaptım. Yani kalıbın alt kısmına yarıya kadar çikolata döktükten sonra buzdolabında bir süre (yaklaşık 5 dakika) beklettim. Kakao yağı hemen katılaştı. Arasına çiğ badem ekleyip, üzerine kalan çikolatayı döküp yeniden dolaba koydum. İstediğiniz sertliğe ulaşınca kalıptan çıkarıp yiyebilirsiniz. Lezzet olarak harika oldu bu çikolata.


Bir diğer versiyonu da hindistan cevizi yağı ile yaptım meraktan ve kıyaslayabilmek adına. Çünkü tariflerde bu şekilde de geçiyordu. Bu versiyonun içine hindistan cevizi rendesi eklemek istedim badem yerine. Yalnız hindistan cevizi yağı kakao yağı kadar çabuk donmadı buzdolabında ve ben de derin dondurucuya koydum. O şekilde yarısı donduktan sonra üzerine hindistan cevizi rendesi ekleyerek yeniden kalan çikolatayı döküp derin dondurucuya kaldırdım. Dondurucuya koymadan önce tattığımda şeker oranının az olduğunu gördüğümden bir miktar daha agave eklemiştim bu versiyona fakat donduktan sonra eklediğim agave kendini gösterdi ve haddinden fazla şekerli oldu. Yani aslında tariftekinden fazla tatlandırıcıya gerek olmuyor muhtemelen! Yapım pratikliği derseniz de kesinlikle kakao yağını hindistan cevizi yağına yeğlerim. 

Bence bu çok pratik ve lezzetli tarifleri siz de muhakkak denemelisiniz. Pişman olmayacağınızın ve aksine hem KENDİNİZ YAPTIĞINIZ hem de YEDİĞİNİZ için serotoninin doruklarına çıkacağınızın da garantisini veririm :) 

Afiyetler olsun!!! Bal da olabilir belki ama şeker olmasın :)

Sağlıkla ;)



7 Ekim 2016 Cuma

“EMZİRMEK” YA DA “EMZİRMEMEK”! İŞTE BÜTÜN MESELE BU!

Benim için çok büyülü bir konu ve kelime “emzirmek”! Bir annenin bebeğine AŞ olması ve YOLDAŞ olması ... Kadın olmanın en büyük armağanı...

Yerine konulabilir mi hiçbir şey? Canın, yarın, bebeğin senden başka bir şeyle, başka bir türlü hiç bu kadar tatminkar beslenebilir mi?

Beslenmekten kastım süt içmek değil sadece tabi. Hem karnını, hem ruhunu aynı anda doyurabilmesi yavrunuzun. Cam bir biberonun yapabileceğinden çok ama çok daha fazlası yani.

İtiraf ediyorum benim en kıymetli anlarım bu anlar. Hele ki uyumadan önce onu emzirirken karşılıklı paylaştıklarımız... Gözlerimin içine bakışı... Ona tebessüm ettiğimde bıyık altından gülerken dudaklarının arasından gözüken dili, öpmem için uzattığı o minik parmağı... Benim de onu dakikalarca öperek, koklayarak uyutmam... Ve buna vesile olan 2 mucizevi uzuv.

Evet 2 mucizevi uzuv: Memeler. Her ne kadar bizde daha çok cinsel obje olarak algılansa da, vurgulamak isterim ki aslında var olma sebepleri annenin bebeğini besleyebilmesi! Tıpkı kedi, köpek, kuzu, kurt yani diğer tüm memelilerde olduğu gibi. Yani bu kadar basit. Asıl amaç bu!

Anne sütünün nasıl bir şifa/ilaç olduğundansa bahsetmeme gerek yok sanırım. Bu yüzden anlam veremiyorum ya memelerim sarkacak, bozulacak diye bebeğini bu muhteşem kaynaktan, kendini de bu enfes duygudan mahrum bırakan annelere. Ve hatta ufaktan da kızıyorum onlara kendi bebekleri adına hem de.

Bebeğini mecburen mama ile beslemek zorunda kalan annelere ise hiç lafım yok, bazen de gerçekten iyi ki mamalar var diyoruz biliyorum. Bu aynı benim “doğal doğum-sezaryen” kıyaslamam gibi. “Gerçekten” ihtiyaç olduklarında iyi ki varlar, ama kesinlikle sudan sebeplerle değil!

Ben neye inanıyorum biliyor musunuz? Çok ender durumlar haricinde bir annenin sütünün bebeğine mutlaka yeteceğine. Diğer beklentilerin ise bir şekilde çok büyük tutulduğuna. Bazı çizelgelerin de bir kıyaslama yapabilmek adına “yeterince yeterli” olmadığına. Mesela persentil tablosu falan diyoruz ama. O tabloda hem “sadece anne sütü alan”, hem “sadece mama alan”, hem “hem anne sütü hem mama alan” bebekler bir arada. Ve herkes kendi bebeğinin gelişimini bu “ortaya karışık” tabloya bakarak takip etmeye, yorumlamaya çalışıyor. Baştaki en büyük hata da bu sanırım. Her bebeğin gelişimi farklı, kıyaslamak ise çok büyük yanlış. Bu yanlışlar zaten bizi büyük beklentilere, sonra da neyi ne için yaptığımızı bile bilmeden bir şeyler yapmaya itiyor ya. Bana kalırsa hiç takılmayın. Ne bebeğinizi, ne kendinizi kıyaslayın ve doğal olana güvenin. Dış sesleri de yok ettiniz mi gerisi de çorap söküğü gibi gelir zaten. Ama sadece bana kalıyor mu? Kalmıyor biliyorum :) Bebek demek 2 kişinin ve akabinde de pek çok kişinin sorumlu olduğu bir can demek. Öyle her şeyi bildiği gibi okuyamıyor insan.

Bizim maceramız biraz zorlu ve düşündüğümden farklı başlamıştı Özüm'le ama şu an hala o keyfi yaşayabilen/emziren bir anne olduğum için şükrediyorum. Kafamda da bir senaryo var keşke gerçekleşse dediğim. Onu hiçbir şekilde zorlama ile, o hazır olmadan ve istemeden memeden ayırmak istemiyorum. Bugüne kadar en güvenli, en huzurlu gördüğü yeri ona öcü gibi ya da tiksinilecek bir şeymiş gibi sunmak düşüncesi bile beni huzursuz ediyor, ona nasıl duygular yaşatacağını ise hiç düşünemiyorum. O yüzden keşke diyorum şöyle 2 yaş civarlarında Özüm kademeli olarak ve kolayca ayrılabilse memeden. Keşke diyorum ve çok istiyorum. Acaba çok şey mi istiyorum?

Bu arada Özüm hiç emzik kullanmadı. Ben de zaten emzik vermeyi en başından beri düşünmediğim için “nolur nolmaz” diye bile bir emzik almadım kuzuya. Onu yapay bir tatmin duygusuyla, silikon ya da kauçuk bir malzemeyle “doyurmaya” çalışmak hiç sıcak gelmedi bir kere, ve ne kadar çok emerse o kadar çok sütüm olur mantığıyla da “gak dese meme guk dese meme”cilerden oldum ben :)Evet belki diğeri daha kolaydı. Annenin rahat etmesini, bir süre nefes almasını sağlıyordu ama ne de olsa ben hep zoru sevdim. Bundan mı kaçacaktım? Emzik emmemesine rağmen parmak da emmedi kerata. “En doğal emziği” hep yanı başındaydı ya yetti sanırım ona.

Yan yana, koyun koyuna, kokusu kokuma karışırcasına geçen koskoca 16.5 ayı geride bıraktık bugün itibarı ile. Bakalım şafak kaç? Ama böyle yazdım diye “zorunlu” ya da “bedelli” sanmayın maceramızı, bildiğiniz “gönüllü” bizimki !


22 Eylül 2016 Perşembe

HİNDİSTAN CEVİZİNİN ETİNDEN SÜTÜNDEN

                             
Hindistan cevizi ile olan aşkımız onun sayısız faydalarını keşfettikten sonra başlamıştı. Öncesinde de elektrik alıyordum gerçi ama hoşlanma tarzındaydı daha çok😊 Benim için birşey sağlıklı ise, bedenime fayda sağlıyor ise 1-0 önde başlar zaten maça. Çünkü kişinin kendine, eşine, çocuğuna yapacağı en büyük yatırımdır sağlığı adına doğru adımlar atmak. Beslenme işin en başında geliyor zaten. Doğal, sağlıklı besinlere ne kadar açarsak önce gönlümüzü sonra midemizi o da bize mükafatlarını bir bir veriyor zaten.  Bizzat yaşamışlığım var da oradan biliyorum😉

Bu yazının konusu hindistan cevizi evet. Sayısız faydaları var dediğim gibi. Şimdiye kadar çoğunlukla yağını kullanıyordum. Kendim için cildime, Özüm için de  yemeklerine. Hindistan cevizi yağı ısıdan etkilenmeyen ve hücre yapısında değişiklik olmayan tek yağ. Bu yüzden Özüm'ün yemeklerine ilave ederken gönlümü de en rahat ettiren yağ. Buzdolabımdan eksik etmiyorum. Organik sertifikalı olanlarını yurtdışından biomarketlerden tedarik etmek önceliğim, olmuyorsa da Türkiye'de de organik sertifikalı satılan yağlar var bazı marketlerde. Onlardan alıyorum.

Hayvansal süt tüketmiyorum, Özüm'e de tükettirmeyi düşünmüyorum bu arada. (Tercihimiz yoğurt ve kefir tüketmek yönünde. Yani pre ve probiyotikler baş tacımız). Bu yüzden de bitkisel sütleri kullanmak tercihim oluyor. Ambalajlı ürünler tüketmek konusundaki mevcut hassasiyetim konu bebeğim olunca tabi ki tavan yapıyor ve iş başa düşüyor. Özlem bir koşu gidip bir hindistan cevizi alıp geliyor. Tabi ki Güney Amerika'ya değil, tedarik edebileceğim en yakın markete :)

Bir hindistan ceviziniz varsa şanslısınızdır bu arada. Suyunu içebilir, sütünü yapabilir, meyve olarak yiyebilir, rendeleyip kullanabilirsiniz. Hatta ve hatta yağını bile kendiniz çıkarabilirsiniz. Ve tüm bunları da bebişiniz için yapacağınız sağlıklı lezzetlerin içerisine dahil edebilirsiniz😍

Bir hindistan cevizi dedim ama sadece onunla da bitmiyor tabi aslında, yanında bir miktar heves, bir tutam istek, bir fiske de azim olmalı😊

Kas gücünü unuttum bu arada💪, zira soyabilmek için çekiç, tornavida, bıçak gibi alet edavata ihtiyacınız olan tek meyvedir kendileri. Bakınız Şekil 1A 😊

                              

Efendim zaten azmedip hindistan cevizini soymuşsanız işin %90ını tamamlamışsınızdır demek. Gerisi  "bebek" oyuncağı 😊

Madem bu ise baş koydum hadi onu da anlatayım. Önce bıçakla üzerindeki saçakları temizliyoruz ki kırarken vs. hindistan cevizinin etine bulaşma riski azalsın. Sonrasında ilk hedef suyuna ulaşabilmek. 3 adet minik noktacık var meyvenin tepesinde. İçlerinden bir tanesi yumuşak, bıçakla bile rahatlıkla delinip, pipet takıp içilecek cinsten yani. Es geçmiyoruz tabi😊

                             

Hindistan cevizi suyu oldukça faydalı. İnsan kanı plazmasıyla eşdeğer olduğunu izlemiştim bir videoda. Ve 2. Dünya Savaşı'nda yaralı askerlerin serum ihtiyaçlarında direkt hindistan cevizi suyu kullandıklarını. Virüslere karşı etkili, antifungal, antimikrobik özellikleri de bilinmekte. Yüksek bir potasyum ve sodyum kaynağı. Mineraller açısından da oldukça zengin. Hal böyle olunca içtik gitti😉

Sonraki aşama kabuğunu kırıp meyveye ulaşabilmek. Bunun için de cevizin orta kısmına doğru döndürerek çekiçle vuruyoruz. Üst kısımdaki sert kabuk  bu şekilde soyuluyor. İçinde inceden bir kabuk daha var onu da herhangi bir sebze soyucu ya da bıçakla soyabilmek mümkün.
Ve işte meşhur hindistan cevizi karşınızda. Doğrayıp kütür kütür meyve olarak yiyebilirsiniz. Ya da kendiniz ya da bebeğiniz için oluşturacağınız lezzetlerde hayvansal süt yerine kullanabilirsiniz. Biz genellikle smoothie (Özüm'ce "şumuşu") lerimizde kullanıyoruz. Enfes de bir lezzet katıyor. Hindistan cevizi sütünün  yapımına da kısaca değineyim madem.


                               


Hindistan cevizini küp küp doğruyoruz. Bir hindistan cevizine yaklaşık 2 bardak kadar su ekledim ben. Blendera koyup karıştırıyoruz. Çıkan karışımı temiz bir tülbent ya da metal bir süzgeçle süzüyoruz. Süzülen kısım sütü oluyor. Kalan posaya bir kez daha aynı uygulamayı yapabiliyoruz. Posa dediğim kısım da hindistan cevizi rendesi oluyor bu arada. Şu pastalarımızı, tatlılarımızı süslediğimiz şey yani. Onu da kuruduktan sonra derin dondurucuya atıp ihtiyaç halinde kullanabiliyoruz.

                                

                                

                                      

                              

                             


Suyunu içtik, meyvesini yedik, sütünü yaptık, rendesi de bonusumuz oldu. Yani şimdiye kadar 1 taşla 4 kuş vurduk. Mutlu olduk😊 5.ye takat kalmadı ama. Bir sonraki aşama da o olsun dedim. Yani hindistan cevizi yağı. Onu da yaptık mı tamamdır. Heves edip de yapacaklara da simdiden afiyet olsun 😉

Hadi olmuşken tam olsun, minik kuş için yaptığım tariflerden 2 tanesini de ekleyivereyim buraya.

                             


HİNDİSTAN CEVİZİ SÜTLÜ HAVUÇ ÇORBASI
*1 küçük soğan
*1 küçük havuç
*Ev yapımı tavuk suyu tablet 3 adet
 *Ev yapımı hindistan cevizi sütü (göz kararı)
*Az miktarda tuzsuz keçi tereyağı

Soğan ve havuç küçük parçalara bölünür çok az su ile hafif yumuşatılır. Tavuk suyu tabletleri ve tereyağı eklenir. Bu şekilde de bir miktar pişirilir. Hindistan cevizi sütü eklenir. Kaynadıktan sonra kısık ateşte 3-4 dakika daha pisirilir. El blenderı ile pürüzsüz bir hal alana kadar çırpılır. Afiyetle içilir.
Tatlı yiyecekler seven bebeler keyifle içecektir. Bizimkininse öncelikli tercihi hala Tarhana 😄


                                  


Üstüne bir de tatlı niyetine minik atıştırmalıklar ekleyeyim. İsmi yok bunun, tarif ise şöyle:

*2 adet muz (olgun olmalı, çatalla ezilerek kullanılacak)
*1 bardak yulaf ezmesi
*Yarım bardak rende hindistan cevizi
*Göz kararı keçi boynuzu tozu (ben rengi değişsin diye kullandım-şakacıktan çikolatalı izlenimi uyansın diye yani 😊istenirse kullanılmayabilinir de)

Tüm malzemeleri karıştırıp istediğimiz şekli verip 180 derece fırında yaklaşık 15 dakika pişiriyoruz.

Azmedip okuyan ve yine azmedip yapacak olan herkese şimdiden afiyet olsun😊😉

5 Eylül 2016 Pazartesi

Sahi ya, ANNE Kimdir?





Annelik zor zanaat. İcra edenler bilir. Etmeyenlerse ne bilebilir, ne de hayal edebilir. Doluya koysan olmaz, boşa koysan dolmaz cinstendir  ve de.

Dünyanın en güçlü duygusudur annelik. Evet duygudur. Hem de tek bir duygu değil. Onlarca duygunun biraradalığı. Ahengi, karmaşası, kavgası, kaynaşması...

Bir taraftan çok mutludur anne çünkü gerçek aşkı bulmuştur. Bir taraftan ezberleri bozulmuş, sudan çıkmış balık olmuştur. Çokça yorgun, yılgın kimi zaman, öfkeli bazen, biraz da asabidir. Ama pekbir mutlu, huzur dolu, aşk dolu, şükürdardır  bir o kadar da... Dedim ya garip bir ikilemdir annelik.

Her geçen gün sürprizlidir ve de. Plan programa gelmez. Kabına sığmaz, rayına girmez. 

Yaramaz bir çocuktur anne. Kimseyi dinlemez, başına buyruk, en doğru bilendir ve de.

Sahi ya gerçekten, anne kimdir?

Anne öğretmendir, eğitmendir, bıkmadan, yılmadan anlatandır. Anne ağacı yaşken eğendir.

Anne emek verendir, emekçidir. Hem de emekliliği olmayan emekçi. Yani anne en ağır işçidir.

Anne heykeltraştır; yoğurur, şekillendirir, bu dünyaya kendince bir iz bırakır. Sanatını konuşturur. Baktıkça gururlanır, övünür.

Anne doktordur. Diplomasız olanından ama. Gözünün içine bakınca anlayan cinsinden yani. Hasta mı? Yorgun mu? Solgun mu?

Anne şifacıdır. Kendince reçeteler oluşturandır.

Anne en cüsseli, en cesur korumadır. Kol kanat gerendir, bazen de bir gölgedir.

Anne şelaledir, anne çağlayandır, anne sütüyle ilaç olandır.

Anne akrandır, 35inde bebektir. Onunla yeniden doğan, o yaş aldıkça yaşlanandır.

En yakın arkadaştır anne, sırdaştır. Anne elini hiç bırakmayandır.

Anne hokkabazdır, anne sihirbazdır, anne soytarıdır kimi zaman. Hangi kılığa girdiğine kendi bile inanamayan.

Anne 9 canlıdır, yorulmaz, yılmaz, yıkılmazdır.

Anne en iyi aşçıdır. En doğal, en sağlıklı, en güzel mutfaktır anne.

Anne gökkuşağıdır. Fırtınayla birlikte yağmur olup yağan, sonra rengarenk açandır. Güne güzel doğandır.

Anne güneştir, anne sıcaktır, anne kucaktır.

Anne anadır. Toprak anadır. Ruhunda, kalbinde, gönlünde milyonları, milyarları yeşertendir.

Anne en duygulu şair, en büyük bestekardır. Onun için yazan onun için söyleyendir.  

Anne anlatacak çooooooook şeyi olandır.

...
...
...

Dahası;

Anne sonsuz romandır.  Satırlara sığmayan, noktası konamayandır.    






27 Temmuz 2016 Çarşamba

HADİ GEL “BLW” YAPALIM!





Tamam peki, yapalım da nedir bu BLW?

BLW yani  “Baby Led Weaning” aslında birebir çevirisinde bebeğin kendi kendini sütten kesmesi anlamına geliyor ama kullanım anlamında bizdeki karşılığı “bebeğin kendi kendine beslenmesi”.

“Nasıl yani?” ya da “Ne zaman?” sorularını duyar gibiyim.

“Ben”ce cevabı: Bebek hazır olduğu zaman. Yani o ne zaman isterse. Her bebek birbirinden farklıdır sonuçta. Dolayısı ile hepsi için geçerli olabilecek bir kural, bir değer vs. olduğuna da pek inanmıyorum. Anne ve bebeğin arasındaki ilişkinin “içgüdüsel” olması gerektiğine inanıyorum ve de. Yani zamanı ve şekli aslında bebek tayin edecek. Yine de değişmeyen koşul olarak, ilk 6 ay bebeğin anne sütü ile beslenmesinin önemini ve gereğini vurgulayıp bizdeki maceraya bir göz atalım.

Sanırım 4.ay civarında babası Özüm’ü kahvaltı sofralarına misafir etti kucağında. İyi bir gözlemci olan Özüm sanki tenis maçı izler gibi izlerdi bizim yemek yiyişimizi. Bir sofradan alınan yiyeceğe, bir o yiyeceğin ağızla buluştuğu noktaya bakıp dururdu. Bizim de yüzümüze gülücükler kondururdu ve de. Sonrasında bunu yemek yeme refleksi yapışı takip etti. Ağzını şapırdatmaya başladı bir süre sonra da. Biz de kendi kendimize suçluluk duymaya başladık. “Canı çekti, yazık kızıma” falan diye J Tabi ki önünde daha birkaç ayı vardı bu lezzetleri de keşfetmek için, o yüzden pek de oralı olmuyorduk.

6.ayına yaklaşmak üzereydi Özüm. Artık onun için doğru vaktin geldiğini hissetmiştim. Oturmaya da yaklaşık eş zamanlı başlamıştı zaten. Mama sandalyesine oturtup ilk sabah kahvaltısını paylaştım onunla. Menüde ne mi vardı? İşte aşağıda: yani köy yumurtası sarısı, ev yapımı keçi loru ve biraz da su.




Tadım günleriydi ne de olsa. Herşeyden ufak ufak yemeli, 3 gün kuralına göre de bu besinlere karşı bir alerjik reaksiyon verip vermeyeceği gözlemlenmeliydi. Çok şükür ki olmadı. Hem bunda, hem de bundan sonraki tadımlarında. Aslında benim en büyük korkumdu alerjik bir bebeğe sahip olmak çünkü bir taraftan benden ötürü genetik bir yatkınlığı olacaktı. Diğer taraftan da zamane bebeklerinin çok büyük bir yüzdesi alerjikti. Bu yüzden zaten, onu koruyabilmek adına doğum öncesi beslenmemden, doğal doğum kararıma, kimyasalsız sürdürdüğüm yaşantıma, ilaç, aşı vs. uygulamalarında çok ama çok temkinli davranmama kadar pekçok konuda “öbür tarafta” yer alıyordum. Yani “sürüden kaçıyordum”. Bu yazının konusu değil ama burada saydıklarımı belki daha geniş bir şekilde ele alır ve “Peki Neden Sürüden Kaçan Koyun?” sorusuna da cevap verebilirim ileride.

Dönelim BLW’ye. Biz ilk günden itibaren iyi bir BLW ekibiydik Özüm’le. Annesi ve kızı bu konuda bir kez olsun çekinmedi, bir kez olsun tereddüt etmedi. Ama onlar dışında herkeste ufaktan bir huzursuzluk vardı.

Ya boğazına kaçarsa? Ya boğulursa?

Tabi ki yepyeni bir deneyimle tanışıyordu, hiç tökezlemeden alışma sürecine geçmesi pek olası değildi. İlla ki o da öğürecekti, ağzındakini çıkarmaya çalışacaktı belki de. Ben de heyecanlanıp ona yardım etmeye çalışacaktım. Olmadı mı? Oldu tabi. Ama yine de ona çok güveniyordum. Nerden geliyordu bu güven duygusu bilmiyorum ama öyleydi işte.  Bir de şunu öğrenmiştim ki, bebeklerdeki öğürme refleksi bizlerden çok daha erken devreye giriyor yani aslında boğazına kaçmasından önce öğürerek onu engelliyor. Bu yüzden belki de çok da rahattım bu konuda. Dik oturtup başını da dik tutmasını sağladıktan sonra korkulacak hiçbir şey olmadığını da görmüştüm ilerleyen dönemlerde. Ve benle beraber etrafımızdaki herkes de. Sonrasında da onlar için de çok ama çok eğlenceli dakikalar demek olmuştu BLW. Babası bile dışarıda beslenirken Özüm,  “Boğazına kaçar dikkat edin” uyarılarına, “Birşey olmaz, o kendi halledebilir” cevabını verebilecek kadar güvenir olmuştu kızına J Ne mutlu bize idi!

Peki kendi kendine beslenmek neden önemli?  derseniz:

Bir kere bebeğin bunu erken vakitte yapabildiğini görmesi, onun kendine güven duygusunu pekiştiriyor. Yemek istediği şeyi, yemek istediği miktarda yiyiyor. Yani zorlama olmuyor. BLW’ye uygun pişirme ve sunum teknikleri bebeğin besinlerin lezzetlerini  birebir algılamasına ve daha çok lezzetle dolaysız olarak buluşmasına neden oluyor. Herbirinin dokusunu, tadını, rengini vs. ayrı ayrı algılıyor. Yani duyu organları devrede, eğlenerek yiyiyor yemeğini. İleriye dönük beslenme sıkıntılarının, yemek seçme vs. de engellenmesine ya da daha az olmasına yarıyor. Tek sıkıntı, hem o hem de etraf birazcık J batıyor. Ama o zaman da ne diyoruz? : Kirlenmek güzeldir!





Şöyle bir soru sorayım size:

Hanginiz her öğün lapa ya da muhallebi kıvamında bir şeyin zorla ağzınıza sokulmasından hoşnutluk duyardınız? Tadı değişik, ama görüntü aynı ve belki siz acıkmadınız ama yemek zorundasınız. Kulağa pek de hoş gelmiyor sanırım. Evet bence de.

İşte o yüzden BLW.

Bir bebeğin BLW yapabilmesi için de tabi bazı gereklilikler var. Mesela elinde rahatça kavrayabileceği, parmak yiyecekler şeklinde öğünler sunmak. Çorba gibi sıvı yiyecekleri de bardakla içirmek.

Özüm ilk günden itibaren çok güzel uyum sağladı BLW’ye. 7.ayında ilk çorbasını içerken minik bardağını elimden çekip kendi kendine de içebildi hatta. Şimdilerde ise annesini kıskanma aşamasında, kendi küçük bardağı ile değil, annesi gibi su bardağında içmek istiyor içeceklerini. Yardım ediyorum tabi ama kısa süreli de olsa elimden zorla alıyor onu da.

Bu arada hiç kaşık kullanmadım mı peki? Tabi ki kullandım. Açıkçası hiçbir zaman, hiçbir konuda çok kuralcı bir şekilde hareket etmek istemedim. O an öyle gerekiyorsa geleneksel yöntemle de besledim tabi bebeğimi. Ama Özüm şu an 8.5 aylık ve kesinlikle kaşıkla beslenmek istemiyor. Kendi kendine beslenmeye alışan bebiş başka türlüsüne burun kıvırıyor resmen. Bu da BLW’nin kötü yönü sanırım J

Gelelim en önemli soruya. “Peki yemekle arası nasıl Özüm’ün?”

Hiçbir yemeği seçmediğini söylesem. Ve hergün kefir ve avokadosunun fix olduğunu. Brokoliyle aralarındaki aşka ise hiç değinmeyeceğim zira kıskanıyorum kendilerini J Böyle işte. “Aaaaa ne güzel yemek seçmeyen bebeğin var” demeyin lütfen çünkü bunları  da aslında bebek rahme düşmeden önce ekilenlerin biçilmesi olarak görüyorum. Yani kendi beslenme alışkanlıklarınız, damak tadınız, yemek seçip seçmemeniz ve ek gıda sürecinde bebeğinizin beslenmesine hangi noktadan baktığınız direkt olarak etkiliyor bebeğinizi de. Tabi ki istisnalar olabilir ama onlar da kaideyi bozmuyor neyse ki ;)


Sözün “ÖZ”ü: BİZ kalp BLW J


...
Minik not: Yukarıdaki yazıyı bundan tam 5.5 ay önce yazmışım. Yani Özüm şu an 14 aylık. Ama BLW öyle derin bir deniz ki, bu ana kadar yazdıklarım beni tatmin etmemiş ki beklemeye almışım ekleyeceklerim olacak diye. Ama o gün bugündür de el sürmemişim tabi annelik mesaisinden fırsat bulup. Artık daha fazla bekletmeyip bu haliyle paylaşayım, gerekirse de ekleyeceklerimle ilgili 2.bir BLW yazısı yazayım diyorum yoksa hem çok uzun olacak hem de yine gereksiz bir vakit kaybı.



Bu yazım daha çok BLW’nin genel anlamda ne olduğu ile ilgili oldu, diğer yazıda Özüm Kız’ın bu yoldaki maceraları, nasıl  blwbebisiozum  olduğu (bu isimde bir instagram hesabı var Özüm kuzusunun evetJ ), bu süreçte annesinin ona hazırladığı çok renkli ve eğlenceli tabaklar ve süreçle alakalı komik anektodlar olabilir. Belki de daha fazlası... Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Bekleyip görelim ;) 









2 Temmuz 2016 Cumartesi

BÜYÜK İKİLEM: GÜNEŞ KORUYUCULAR!

Bizim buralara yaz geldi. Yazla beraber en mühim konu da gündemimize tabi. Malum Antalya’nın sıcağı, güneşi başka yerinkilere benzemez. Adamı yakar, kavurur. Hal böyle olunca da “o güneşten korunmak gerekir!”.  Aslında güneş, çok da korkulacak, kaçılıp korunacak birşey de değildir doğru zamanda ve doğru oranda kendileri ile haşır neşir olursak. Dahası faydalıdır bile. Vücudumuz onun sayesinde ihtiyacı olan D vitamininin çoğunu üretir/sentezler. Bu yüzden ben güneşe çıkmaktan korkmayanlardanım. Ama sabah ve akşamüstleri karşılaşmayı tercih ederim kendileriyle. Öğlenin cayır güneşinde değil tabi! Deniz memleketinde yaşayan biri olarak denize giriş çıkış saatlerim de hep bu şekildedir zaten. O yüzden ekstra ihtiyaç duymam güneş koruyuculara. Kendimi güneşten korumayı ve bu şekilde korunmayı tercih ederim diğer türlüsüne. Çünkü aslında hiç de "masum değildir" bu "pek masumane amaçla kullandığımız koruyucular". Hem hormonal bozukluklara hem de alerjik reaksiyonlara yol açan suni kimyasallar içermektedirler (Oksibenzon ve parfüm gibi) Üzerinde “bebek/baby”, “çocuk/kids” yazan ürünlerin ise bir kısmı diğerlerinden “daha masum” olsa da, pek çoğunun da aslında içerik olarak yetişkin ürünleri ile aynı olduğu “bebek/çocuk” kelimelerinin bir pazarlama stratejisi olarak kullanıldığı ortaya çıkmıştır zaten.

İşte bu birkaç cümle bile kimyasallarla arası hiç iyi olmayan, uzunca bir zamandır onları hayatından çıkarmış olan ve deterjanından, nemlendiricisine evinde seri imalata geçmiş olan bana yetiyor da artıyor ve kolları sıvıyorum kendi güneş koruyucumu yapmak için. Daha doğrusu kendi değil henüz 13 aylık bebişiminkini. Özne “ben” değil, “o” olunca olay daha da mühim bir hal alıyor tabi, çünkü o herşeyin en “doğal”ını ve en “sağlıklı”sını hak ediyor annesinin gözünde.

Araştırmacı ruhum yine sahneye çıkıyor, “en doğal şekliyle nasıl korurum onu güneşin zararlı etkilerinden?” diye dön dolaş araştırıyor. Neyse ki “google amca” var da bilgiye ulaşmak çok kolay. Ama tabi bilginin güvenilirliği ve doğru bilgi olup olmadığı da ayrı bir araştırma konusu olarak çıkabiliyor karşımıza. Doğru adreslere rastlarsanız işiniz biraz daha kolaylaşıyor, gönlünüz de daha rahat, iç güdülerinizle diyalog halinde karar mekanizmanızı çalıştırıp karar veriyorsunuz nasıl yol alacağınıza.




Ben birkaç siteden faydalandım ve güneşin zararlı etkilerinden korunmak için 2 güneş koruyucu yaptım. Bu sitelerden bir tanesi zehirsiz ev .  Muhakkak incelemenizi tavsiye ederim. Çok güzel ve faydalı bilgiler vardır bu sitede. İlk tarifim de oradan.

Tarif şu şekilde:

Malzemeler:

*1/2 fincan hindistan cevizi yağı
*1/2 fincan shea yağı
*2 çay kaşığı rendelenmiş balmumu
*1 çorba kaşığı susam yağı
*1 çay kaşığı E vitamini
*10 damla lavanta yağı (isteğe bağlı)
*1-2 çorba kaşığı çinko oksit (arzu edilen SPF değerine bağlı olarak) ben 2 kaşık kullandım yaklaşık 30 koruma faktör demek oluyor bu.






Hindistan cevizi yağı, balmumu ve shea yağını yayvan bir kavanozda benmari usulü eritiyorsunuz. Karışım eriyince çinko oksiti ekliyorsunuz. Çinko oksitin topaklanmaması gerekiyor. Bu yüzden hemen bir kaşıkla karıştırabilirsiniz ya da elektrikli minik bir karıştırıcı da kullanabilirsiniz ya da  kavanozun kapağını kapatarak hızlı bir şekilde 3-4 dakika çalkalayabilirsiniz. Karışım bir miktar soğuduktan sonra kalan malzemeleri ekleyip yeniden karıştırıyorsunuz. Uçucu yağların sıcakla teması sakıncalı olduğundan karışımın çok sıcak olmaması gerekiyor dikkat! Sonrasında ise karışımı buzdolabında saklayıp ihtiyaç duyduğunuzda kullanıyorsunuz. İşte bu kadar.

Gerek görüntü, gerek kıvam gerekse de cilt üzerinde bıraktığı kalıntısı ile bildiğiniz güneş koruyucusu işte! Ama kimyasalsız olanından ;) Bunu niye söylüyorum peki?  Bazıları alışkanlıklarından vazgeçemezler ve takıntılı olabilirler çünkü (çevremde var da oradan biliyorum J)  Rengi, dokusu vs. alışkın olduklarından farklı ise “Bu ne biçim koruyucu ya?”, “Böyle koruyucu mu olur?” diyebilirler diye J İşte bu öyle bir koruyucu değil, bildiğiniz koruyucu gibi koruyucu J

Ha bir de öyle olmayan bir koruyucu var. Hani şu “Bu ne biçim koruyucu?” diyeceklerinizden. Bir de onu yaptım ben üşenmedim çünkü içerik sağlamdı J Onda neler mi vardı?



*Birkaç yaprak aloe vera bitkisi
*1 bardak zeytinyağı
*1 yemek kaşığı prinç nişastası



İçeriğin sağlamlığı direkt aloe vera bitkisinden geliyor tabi. Cilt için faydaları saymakla bitmiyor bu bitkinin. Hazır evde besliyorum madem aloe verayı deneyeyim bari dedim tarifi. Bu tarif de Suna Dumankaya tarifi. Yalnız ben prinç nişastasını en az 10 market gezdim sanırım ama maalesef ki bulamadım. Prinç nişastası tarifte koruma faktörü görevi görüyormuş. Açıkçası çinko oksitli koruyucum var nasılsa deyip çok da önemsemedim ve hatta daha bile hoşnut oldum karışımı bu haliyle;  aloe veranın iyileştirici, nemlendirici, yumuşatıcı, yaşlanmayı önleyici, onarıcı etkisinden faydalanmak üzere sadece zeytinyağlı hali olarak bıraktığıma. Çünkü ne bileyim prinç nişastası deyince bile kulağa bir tuhaf geliyor sanki. Hadi itiraf edin siz de öyle düşündünüz değil mi? :) Ama nişastasız hali hem aloe vera hem de zeytinyağı içeriğiyle kafada hiç soru işareti bırakmayacak türden benim için. O yüzden benim tercihim bu şekilde. 

Onun da sonuç ürünü budur:



Koruyucular hazır gördüğünüz üzere!

Tabi ki analı-kızlı biz de J

Eeee o zaman: Deniz sezonu açılsın! J

Minik not: Bu arada "Nasılsa koruyucu krem sürdüm artık istediğim kadar güneş altında kalabilirim" mantığının doğru bir mantık olmadığını hatırlatmak isterim (aslında hepiniz biliyorsunuzdur zaten ama bazen tekrarlar iyidir). Siz siz olun güneş ışınlarının çok dik olduğu öğle saatlerinde güneşe çıkmamaya ve açık renkli kıyafetlerle kendinizi ve bebeğinizi/çocuğunuzu korumaya özen gösterin. Güneş koruyucunuzu da 2 saatte bir tazelemeye ;)




26 Nisan 2016 Salı

DİKKAT LOHUSA ÇIKABİLİR!





Aynen!Tam da öyle başlıktaki gibi, yani lohusa kafası başka bir kafa. Bizzat yaşadım test ettim de ondan söylüyorum :) Aslında sıcağı sıcağına yazabilme fırsatı bulsam sanırım daha doyurucu olurdu bu yazı ama yine de hafızamdan silinmeyen duygu ve düşünceleriyle! ifade etmeye çalışayım şu meşhur “lohusa sendromu”nu :)

Efendim lohusa demek, canından can doğurmuş, bambaşka bir hayata merhaba demiş, birazcık da neye uğradığını şaşırmış, tazecik, yeni yetme bir anne demek. Yani onun için herşey yeni! Yaşadığı ve bundan sonra yaşayacağı tüm deneyimler. Hormonlar coşmuş vaziyette zaten, hassaslık tavan, en baba adet öncesi gerginliği yanında halt eder, solda sıfır hatta eksilerde bile kalır :) Bir tane minnak var dünyasına hoşgelmiş, gözü ondan başkasını görmüyor. Etrafındaki herkesten de tek istediği anlayış ve ilgi. Tabi minnak şirin varken sahnede;  ilginin de, anlayışın da, onun da bunun da en bol kepçedeni ona ayrılıyor. Herkes bildiğince, elinden geldiğince, dili de döndüğünce bişeyler eklemeye çalışıyor yeni yetme annenin dünyasına ve de. Anne zaten çok okur, çok bilir, kendince doğruları olan bir anne olunca da bu dışarıdan gelen bilgilerin, uygulamaların hepsi kırmızı hatta takılıp kalıyor; değerlendirilip, uygun görülürse kabul ediliyor, kabul edilmezse de savaşılıyor. İşte lohusa sendromu da bence tam da bu noktada başlıyor. Anne birşeylerle mücadele etmeye başlayınca yani.

Mesela deniyor ki, “Sen daha lohusasın giy ayağına çoraplarını üşütürsün sütünden bebeğine geçer”. Sanki Haziran ayında Antalya’nın havasından bihaberlermiş gibi. Havayı da geçtim, ateşten neredeyse yarı çıplak dolaşan ve ayaklarının altından  alev çıkan anneye kurulacak en kötü cümle gibi geliyor bu cümle. Anne inatçı  olunca  giyiyor mu o çorabı? Hayır! Kolay oluyor mu peki bu? Tabi ki hayır! Çünkü onlarca kez aynı cümleyi duyup aynı red cevabını vermek zorunda kalıyor. Hafiften gerilmeye başlıyor mu sonrasında? Başlıyor :)

Anne koynundan ayırmıyor tabi bebesini. Nasıl ayırsın? O daha çok yeni bu dünyada. Ürkek bir güvercin gibi. Tek bildiği anne kokusu. Ondan nasıl uzak kalsın? Hem böyle daha huzurlu olacağına inanıyor anne, hem de onun gerçekten buna ihtiyacı olduğuna. Çünkü doğduktan sonraki üç ay da aslında 4.trimester olarak adlandırılıyor yani hamileliğin devamı gibi. Bebeğin anneye bağımlı olduğu dönem bu da yani. Bu yüzden sarıyor sarmalıyor bebesini göğsüne, görüp de yorum yapmadan geçmek olmuyor tabi bu durumda: “Kucağa alışacak bak böyle, yapma alıştırma”. Ne yapsın yani? Doğar doğmaz bebeği  boş ve soğuk bir beşiğe bıraksın da “Al işte tanış yeni dünyan bu!” mu desin? Ağlamasına kayıtsız mı kalsın? Anne anlamıyor, anne anlam veremiyor.

Anne koynundan ayırmak istemiyor ya bebesini, gece de yanında yatırmak istiyor bu yüzden. “Aman gözünü seveyim, ezer boğarsın çocuğu, yapma eyleme” deniyor. Nasıl ezer annesi  onu? Varlığı bile  put kesilmesine, nasıl yattıysa öyle kalkmasına sebep oluyor. Nefes alışverişleri bile senkronize, en ufak bir inleme başında davul çalınıyor gibi gözlerini faltaşı gibi açıyor annenin. O annesinin kelebeği hem. O kadar hassas davranır annesi ona karşı. İster mi kötü bir deneyim yaşamayı/yaşatmayı? Hem  annelik içgüdüsü diye de birşey var. Ona göre hareket etmek istiyor anne. Yani hisleriyle. Yani kendi doğrularıyla. Bunun için de savaşıyor mu peki? Hem de topla tüfekle :) Savaş 2 gün sürüyor ama :) 3. gün anne beyaz bayrak açıyor çünkü mücadele onu daha da çok yoruyor. Neyse ki yatağının hemen yanına eklenen ve arası açık bir anne yanı beşiği var da, bebeğini yine engelsiz nefesi nefesine karışarak yatırabiliyor.

Anne emzirme deneyimini çözmeye çalışıyor sonra. Bu uğurda çok canı yanıyor ve de. Yara olan meme uçlarıyla bir taraftan tepinip, bir taraftan bağırarak yarı kanlı anne sütünü emziriyor bebeğine çünkü ara vermemesi, ne kadar zorlansa da buna devam etmesi gerek. Ne badirelere göğüs geriyor bu uğurda ve de. Bu esnada kurulacak en “cısss” ve “tehlikeli” cümle/cümlelerse: “Sütün yetiyor mu acaba?” ya da “Aç bu çocuk aç ondan ağlıyor” ya da “Mama verelim bebeğe”. Neredeyse 11 ay geçti üzerinden hala tüylerimi diken diken ediyor  ne yalan söyleyeyim hem de yazarken bile! Şöyle bir önerim var benim:  Bu ve benzeri cümleler bizzat yarattığı gerginlik ve stresle süt azaltıcı faktör olarak literatüre geçmeli. Hem de en ön sıradan. Gerçekten :) Çok çok nadir ve istisna durumlar dışında bir annenin sütü tabi ki bebeğine yetecektir! 9 ay 10 gün boyunca tıkır tıkır işleyen mekanizma, bebek doğduktan sonra mı sekteyi uğrayacak hemen? Hem onun midesi ne kadar biliyor musunuz doğduğunda? Bir kiraz tanesi kadar! Bu kadar mideyi ne kadar sütle doyurmaya çalışıyorsunuz ki? Annenin hiç ama hiç duymak istemediği bu cümleler, bebek her ağladığında ve birkaç kişi tarafından tekrarlanınca hafiften gerilmeye başlayan annenin bam telleri kopma noktasına geliyor. Anne annelikten çıkıp, ben diyim kuduz köpek siz deyin ağzından alev atan ejderja, böyle yarı insan yarı yaratık bir moda dönüşüyor :)

Zaten saç baş dağınık, banyo yapmak bir düş, uykuyu da ancak rüyasında görüyor (o da uyursa tabi :) ), yara memeler, coşan hormonlar, vs.vs. ne dense anneye tersinden anlıyor. Bir kere mekanizma çalışmaya başladı ya artık durdurmak mümkün olmuyor. Yalnızlığı çok seven anne; hayatında ilk defa bu kadar kalabalıkla bir arada uzun süre geçirmek zorunda kalınca, özgürlüğüne çok düşkün anne; ilk defa bu kadar çok müdahaleye uğrayınca, çok araştıran çok bilen anne ilk defa bu kadar anti tez oluşturmak için çabalayınca olan oluyor işte. Hem de sessiz ama derinden. Sinsice dedikleri türden yani. O bile anlamıyor ne olup bittiğini o denli. Ama oluyor işte. Öyle bir moda giriyor ki ve de neredeyse annelikten istifa edecek. Gelgitler yaşıyor anne. Mantığıyla duyguları koşar adım birbirlerinden uzaklaşıyor o ise ne yapacağını şaşırıyor.

Haaa bir de “Süt olsun, aman sütün artsın” diye nerede bol şekerli, bol kalorili ve annenin beslenme tarzına hiç ama hiç uymayan yiyecekler varsa anında bulup buluşturulup annenin önüne konuluyor. Anne yorgun, anne çaresiz, annenin kafasında soru işaretleri ve tek isteği bebeğine yetebilmek gözü kapalı yiyiyor soluksuzca ne bulursa. Zehir konsa önüne onu bile yiyecek yani öyle bir kafa bu kafa. Sonraaaaa, beklenen son: Gelsin kilolar! Anne hamileliğinde almadığı kiloları alıyor mu lohusalığının ilk zamanlarında. Bir de buna isyanlar başlıyor mu içerisinde bir yerlerde. Gel de durdur anneyi şimdi :)

En yakınları başta olmak üzere herkes alıyor payına düşeni annenin gazabından :) Onlar da şaşkın, onlar da çaresiz tıpkı anne gibi ve de. Bir çözümü, bir sonu olmalı bunun diye düşünüyor anne sonra. Neyse ki hala düşünebiliyor bu süreçte :) Ve onu kurtaracak olanın kendisi olduğunu buluyor. Sütünü artıracak olanın da yemek içmek ya da çeşitli uygulamalarla buna çare olmaya çalışmak değil,  mutlu olmak/mutlu hissetmek olduğunu ve de. Eğer içeride bir yerlerde bunun tersi bir durum varsa da ağzıyla kuş tutsa da nafile olduğunu. Bu yüzden kendine yatırım yapmaya başlıyor bu uğurda. Çevresinden de bu anlamda destek istemeye. Ve sonrasında da bunun nimetlerini görmeye. Hala emziren mutlu bir anne olarak da geç kalınmış bu yazıyı yazmaya.

Son söz:


Hey sen yeni anne, geçici lohusa! Merak etme yalnız değilsin ;) Ve annelik zorlu da olsa dünyanın en güzel duygusu. Gerçekten :) Hadi rahatla, nasıl geliyorsa öyle kabul et,  zorlama, yorma ve yorulma. İnan ki herşey böyle daha kolay ;)  

Ve sen, annenin en yakınından en uzağına ona bir şekilde erişen kişi nolur yapma, ne kadar doğru olduğuna inansan da anneyi yorduğunu, üzdüğünü hissettiğin hiçbir konuda ısrarcı olma. Onun anneliğinin ilk günlerine, hislerine, düşüncelerine saygı duy. Senden tek beklediği bu çünkü. O sen gibi bir anne olmak zorunda değil unutma! 

7 Mart 2016 Pazartesi

KAMBOÇYA’DA ve ‘BEN’SİZ KUTLADIĞIM İLK DOĞUMGÜNÜM




Doğduğum gün: Ne kutlu, ne özel bir gün. Bu hayata ilk merhaba deyişim, nefes alıp vermeye başlayışım, yaşayacaklarımdan habersiz annemle babamın dünyalarına misafir oluşum... Bundan tam 36 sene önce. Her sene kutlanan, unutulmayan ve hatta kanıksanan “iyi ki gelmişim ben bu dünyaya” seremonisi. Bugüne kadar anlamını çok da sorgulamadığım bir ritüel. Hafızamda yer eden ise: 18 yaşıma kadar hızla büyümek istediğim, 18’e bastıktan sonra akışına bıraktığım, 30’umdan sonra ise zamanı durdurmak isteyişim.  

Evet sanırım en güzel senelerini yaşıyorum ömrümün çünkü. Kendimi keşfettiğim, hayatı anlamlandırdığım, bu hayattan, kendimden, etrafımdan beklentilerimi çıplak gözle en net görebildiğim yaşlarım 30lar. Yüreğime yeni bir aşkın da düştüğü, dünyama giren benim cam parçam Özüm’le yeniden doğduğum günler artık benim için 30lar. Onu bu dünyaya emanet ettiğim gün ise asıl doğumgünüm bugünden sonra.

Farkettim ki, bugünün ne kadar anlamlı olduğunu bir çocuk dünyaya getirene kadar aslında tam olarak bilmiyormuşum. O tarihte kesilen bir pasta, üflenen mumlar, tutulan dilekler, alınan hediyeler ve sevdiklerinle geçirdiğin hoşça vakitmiş benim için doğumgünüm. 1 yaş daha almanın verdiği buruklukmuş belli bir yaştan sonra, öncesinde ise yetişkinim diyebilmek için sabırsızlıkla beklemekmiş yeni yaşı. Ama bu kadar, ne daha fazlası ne de daha eksiği.

Şimdilerde ise yaş kemale erince, yani yolun yarısını devirince takvimden ve hayatına hayatının gerçek anlamı da giriverince birden herşeyin anlamı da değişir oluvermiş. Aslında korkutmalıyken bir yaş daha almak artık beni,  ne çok da mutlu ediyor aksine. Çünkü yeni bir yaş; kendinden bir parçayı, özünü “ilmek ilmek ipek dokur gibi dokumakmış kendi aşk tezgahında”. Yeni birikimler, yeni duygular, yeni karşılaşmalar, hayata dair yeni bir bakış demekmiş aynı zamanda.

“Bu yüzden hoşgelsin bu güzel yaş. Ama öyle sıradan, öyle bildik olmasın bu sefer. Bu sefer bana armağanı salt mutluluk olsun mesela. Sevgi olsun. Karşılıksız, çıkarsız, gerçek birşeyler olsun. Çocukça olsun bu yüzden. Saflıkla dolsun. Tüm öğrenmişliklerden, karşılaştırmalardan, bilgilerden de uzak olsun. İşte hem o kadar uzak olsun, hem de bir çocuğun gözlerindeki ışık kadar içimi ısıtsın. Sarsın, sarmalasın, bana gerçek bir hediye olsun” dedim ve yolumu Kamboçya’ya çevirdim. Bu yol sanal bir yoldu ama hedefe ulaşıyordu. Orada ben olmayacaktım ama olmuş kadar mutlu olacaktım. Doğumgünüm orada benim minik arkadaşlarım tarafından kutlanacak ve bana armağan edilecekti. Peki nasıl olacaktı bu?





Tabi ki bunun için bir süper kahraman bulmak gerekecekti ve ben de buldum. Sevgili Ayn. Türkiye’den yolunu Kamboçya’ya düşüren, orada bir aşevi kurarak yoksulluklar diyarına mutluluk taşıyan bir süper kahraman. Ve ona bir tık uzaklıkta bir organizasyon. Bazen sosyal medya iyi ki var diyorum. Çok güzel işlere vesile olabiliyor şimdi olduğu gibi. Bu muazzam duyguyu yaşayabilmek için bana düşense, minik bir bağışla onların yüzlerini güldürecek bir doğumgünü organizasyonu hediye etmek. Detaylar için lütfen Aynebilim Aşevi ile irtibat kurun ve siz de bu masum yüzlerin ruhuna dokunun. Tabi onlar da sizin.






Bloğa bu yazıyı yazmak bugüne kısmetmiş. Uzun uzadıya yazabilmek için anca vakit bulabildim. Vardır bunun da bir sebebi elbet... Neyseki o günkü duygularımı kısacık da olsa not alabilmiştim o anki tazeliğiyle. Bunlar da o gün yüreğimden dökülenler işte:

“Kutladığım en güzel doğum günü bugün. Yanımda sevdiceklerim. Anneliğimin ilk yaşı. Yolun yarısının bir ertesi. Uzaktan da olsa bugünüme ortak olan onlarca gülen yüz...

Bu sene böyle olsun istedim. Doğum günü pastamı bu güzelliklerle paylaşmak. Bir çocuğun gözlerindeki gülümsemeyi armağan etmek kendime. Ve en güzel hediyeyi de almak böylece. Öyle mutluyum ki şu an. Oturduğum yerden dünyanın öbür ucuna, Kamboçya’ya, yoksulluklar diyarına uzanan bir elim var çünkü. Ve buna aracı olan bir süper kahraman! İsteğim birgün onlarla aynı sofrayı da paylaşabilmek. Ellerini tutmak, gözlerindeki ışıktan feyz almak.  Gönülden istenen şeyler birgün bir şekilde gerçekleşecektir buna inanırım hep. Ben niyetimi kalbimin en derin yerine yazdım. Beklemedeyim <3”.