28 Ağustos 2017 Pazartesi

ÇÜNKÜ SEN DAHA ŞEKERSİN!



Bu da bizim lolipopumuz!
Nasıl? Benzememiş mi ama? :)

Tanıştırayım hemen. Kendileri olgunlaşmış kayısıların rondodan geçirilip buz torbalarına konmuş, dondurulmuş ve çıkarıldıktan sonra içlerine kürdan sokulmuş halleridir. Tadı enfestir ve bebekleri baştan çıkarabilmek için kafidir. Deneyin, tattırın ve rafine şekerden de uzak tutabildiğiniz kadar uzak tutmaya çalışın bebeklerinizi. Şekerin zararlarından bahsetmeme gerek yok sanırım değil mi? Hıh, tamam o zaman hadi bakalım pamuk eller işe ;)

Başlarda hep bir soru işaretiydi lolipop ve diğer şekerli türevleri.

"Uzak tutmalıydım ama nasıl?"

Yasaklar daha çok cezbetmez miydi çoluk-çocuk, genç-yaşlı herkesi?

Bu yüzden bende yasak olmayacaktı.

"Ee peki görünce canı çekmeyecek miydi?",

"Nasıl olsa kreşe başlayınca alışmayacak mıydı?"

Dış seslerin kafamın içine salıverdikleri tilkiler de işte hep bunlardı.

Doktor kontrolüne gitsek armağan olarak lolipop, bayram seyran da bakkal-market her yerde ikram lolipop ve akran arkadaşlarla parkta bahçede buluşsak yine lolipop yine lolipop :(

Zorluydu yani...

Süreçte fena yol kat etmedik sanırım biz. Özüm şu an 27 aylık ve henüz hiç bir paketli gıdanın tadına bakmış değil. Bu süreçte "o istedi de ben vermedim" de değil. O istemedi çünkü alışmadı, damak tadı ona göre evrilmedi. Şeker yiyen arkadaşlarını görünce o hurmayı tercih etti, canı da diğerini hiç istemedi çünkü bilmedi.

Bunun için neler yaptım peki?

Aslında "örnek olmak"tan daha fazlasını değil!

Eve onun yemesini istemediğim hiçbir şeyi sokmadım. Zaten kendimiz de yemediğimizden bu çok da zorlu olmadı benim için. Siz ne yerseniz onu merak ediyor bebek çünkü ve yasaklıyorsanız hele bir de, daha da cazip oluveriyor gözlerinde. Bu yüzden aslında kendimizden başlamak gerekiyor sağlıklı beslenme bilincini oturtmaya.

Bir de, beslenme alışkanlığımız/şeklimiz ve onu nelerden/niye uzak tutmaya çalıştığımı  "bilimsel bir tartışma platformu"ndaymış gibi anlattım/anlatıyorum ona. Doğduğu günden itibaren hep böyleydi zaten. Gerçekten :) Beyin tertemiz, 0km, algılar açık ve koşullanmamış olunca anlıyor o da. Koca koca yetişkinlere  anlatmak daha zor  geliyor bana, yalan yok :)

Bir olay anlatayım size.  Daha anlaşılır olsun.

Bir gün markette bir amcayla karşılaştık.

Kasanın önünde duran abur cuburlar Özüm'ün dikkatini çekti bana soruyor. Yumurta şeklinde olan çikolatalar var ya hani, onu gösterip "Anne bak yumurta" diyor. Ben de izah ediyorum. "Evet Özüm yumurta şeklinde ama aslında o yumurta değil" diye. Almak istiyor sonra, çünkü üzerindeki resimler ilgisini çekiyor "Ama o oyuncak değil Özüm, içinde çikolata var, sen çikolata yemiyorsun zaten. O resimler bebeklerin ilgisini çeksin diye konulmuş üzerine" diyorum. Özüm anlıyor. Uzatmıyor. Çünkü konunun detaylarını çok iyi biliyor.

Ama amca dayanamıyor yorum yapıyor. "Merak etme yiyecek nasıl olsa". Bir taraftan da bıyık altından gülüyor.

"Merak etmiyorum zaten, ne kadar geç, o kadar iyi sadece" diyorum ve gülümsüyorum ama 2 yaşındaki bebeğimin anladığını, 70 yaşındaki amca neden anlamıyor şaşırıyorum.

İşte bu yüzden de kendimi satırlara vuruyorum. Yazıyorum ki; kazanılmış alışkanlıklar, öğrenilmişlikler, hayattan aldığımızı zannettiğimiz yalancı tatlar gerçeklere engel olmasın. Bu satırlar dokunabileceği herkese dokunsun. Ufacık da olsa çorbada tuzum olsun.

Nerden nereye geldik değil mi? Halbuki hain lolipopun ruhumda yarattığı derin duyguları ifade ettiğim ve bal küpüm Özüm'e armağan ettiğim şiirimi paylaşacaktım sizlerle :) Kapanışı bari onunla yapalım o zaman ;) Buyrunuz aşağıya.





ÇÜNKÜ SEN DAHA ŞEKERSİN!

Şekere ne gerek var ki?
Sen bildiğim tüm şekerlerden daha şekersin.
Tatlısın;
Hem de en "bal" olanından.
Şakacıktan değil;
"Sahici" olanından.
Zevk veriyorsun;
Tattıklarımdan en fazlasını hem de.
Yapay değil, doğalsın ve de.
Zaten;
"Ne varsa doğallıkta var".
Mottom bu benim.
Yolum da.
Yordamım da.
Mutlu edenim bu çünkü.
Ait hissettiğim.
İyi hissettiğim.
Kendim hissettiğim.
Olsun elini uzattığın rafta olmayıversin,
Elini bulaştırdığın emekte olsun tat.
Biraz zorlu olsun, olsun.
Olsun varsın.
Tadı da bundan olsun.
Zorlama olmasın hiç ama,
ÖZün bu olsun.
Yapay olan ne var, ne yoksa
aman senden uzak olsun.
Sevgin doğal olsun,
Saygın doğal olsun,
Ağzına soktuğun her lokman doğal olsun.
"Doğallık" ÖZün olsun;
Sen ona iyi bak ki,
O da sana iyi baksın.
Ağaçtaki meyve, dalından kopan sebze sana ilaç olsun.
Olsun ama o da ilaçsız olanından olsun.
Sözüm çok gelmesin.
Kulağına küpe olsun.
Diyorsam vardır bir sebebi,
Sebepsiz olduğu sanılmasın.

:) 


14 Ağustos 2017 Pazartesi

BİRAZ "FOÇA" BİRAZ "CUNDA"





Evet biraz da gezelim görelim tadında biriktireceğim. Hafızamla bu şekilde düello yapmaya karar verdim çünkü. Bakalım kim galip gelecek bundan sonra :)

Yeterince yorulduğumu damarlarımda akan kanda bile hissettiğim bir dönemde tam da sessizlik, sakinlik ve huzura en çok ihtiyaç duyduğum anda bir Ege tatili fikri çıkıverdi kocacığımdan. Ne de güzel oldu :)

İstikamet Foça olacaktı. Geçen sene Ege'nin pek popüler mekanlarında (Çeşme, Bodrum) tatil yapma alternatifini değerlendirmiş biri olarak; aslında ait olduğumun, tam anlamıyla huzurla dolduğumun; popülarite ve kalabalık değil, sükunet ve yalnızlık olduğunu o vakit iyiden iyiye hissetmiştim zaten. Bu yüzden  özellikle kalabalıktan uzakta, üç yüz beş yüz müziklerle hınca hınç dolu plajlardan da mümkünse daha da uzakta, yürürken et ete yürümek zorunda kalmayacağım, restoran kuyruğu beklemeyeceğim, kendimle, özümle, kitabımla, ailemle baş başa, dinlenmenin keyfine varabileceğim bir tatildi aradığım.

İzmir'de yaşayan arkadaşlarımız bize Foça teklifinde bulundular biz de hemen kabul ettik tabi.

Butik otellerde yer kalmadığını öğrenince Foça'nın en eski otellerinden 4 yıldızlı Phokai Otel'de yer ayırtmıştı arkadaşlar. İyi ki de öyle olmuş. Foça'nın en güzel koylarından birine sahip bu tesiste konaklamak inanılmaz rahatlatıcı ve dinlendirici geldi. 4 yıldızlı dediysem aslında bir tatil köyü havasındaydı tesis. Havası muhteşem, konum ondan da güzel, sükunet deseniz 10 numara, tam aradığım kıvamdaydı herşey. Neden Ege'lilerin memleketlerinden vazgeçemediklerini daha da iyi anladık Foça'da bulunduğumuz süre zarfında. Bizimle beraber ter bezlerimiz de tatildeydi resmen. Antalya'da 7-24 mesaisinde onlar da yorulmuştu zaten iyi oldu bir bakıma :) Yani o derece güzel, püfür püfür bir hava. Denizi serin derler ama bana normal geldi. Ne çok serin ne de ılıktı yani. Denizle ilgili tek sıkıntı zemini halı gibi kaplayan yoğun yosunlardı. Aslında çıplak ayakla basınca böyle yumuşacık bir his veriyor, masaj etkisi yapıyordu ama içerisinde barındırabileceği herhangi bir deniz canlısına zarar verebilme ihtimali beni biraz huzursuz etmişti. Deniz ayakkabıları mantıklı bir seçim olabilir bu noktada. Ha bir de arılar. Pek çok arı dostumuz oldu burada. Yemek masalarımızda her daim misafir olarak ağırladık onları. Sahilde bile bizi yalnız bırakmadılar üstelik sağolsunlar. Bardan sürekli temin ettiğimiz kahveleri yakarak korunmaya çalıştık en doğalından. Zaten ilk tedirginliği attıktan sonra da baya bir arkadaş kıvamına geldik kendileriyle. "Ya sivrisinek varsa" diye el emeği göz nurumla hazırladığım sivrisinek kovucumu kullanmak da nasip olmadı tabi. İçerisinde lavanta yağı da vardı ve sivrisinekleri kovan koku, arıları davet ediyordu resmen. Bir yaşanmışlık olarak not ettik bunu da :)

Otelin yemeklerine gelirsek benim için ortalama standarttaydı. Damak tadım fena değildir, bir de sebze ağırlıklı beslenmeyi tercih ederim. Bu noktadaki değerlendirmelerimde yemek konusunda çok da tatmin olamadığımı itiraf edebilirim. Yalnız kahvaltıda sınırsız portakal suyu içebilme lüksü sunmuşlar. İşte bu durum beni benden aldı. Her sabah kendi ellerimle otomatik portakal sıkma makinesinde Özüm ve kendim için saniyeler içinde enfes portakal suları sıktım. Bir de öğle yemeklerini yediğimiz alan resmen denizin üzerindeydi diyebilirim. Bu da inanılmaz keyif katıyordu yemeklere. Akşam yemeklerinin en güzel tarafı da her akşam bize eşlik eden canlı müzikleriydi.
Odalara gelince gayet şirin ve temiz. Büyük olduğu söylenemez ama ihtiyacı karşılayacak yeterlilikte boyut olarak da.

Konum ve sahilden biraz daha detaylı bahsedeceğim. Hatta aşağıya fotoğrafını da ekliyorum ki sözlerden daha çok şey ifade edebilsin diye. Sadece sahili, doğal güzelliği ve havası için bile yeniden gitme planları yapar bulduk kendimizi daha buradan ayrılmadan önce. O derece tatmin etti yani bizi.



Hele sahildeki martılar. Nasıl değer katıyordu buraya. Sevgili özgür martı Jonathan Livingstone'un kulaklarını bol bol çınlattım burada. Huzur doldum sonrasında da . Bu bile öyle kıymet kattı ki burada geçirdiğimiz günlerimize.

İstirahat halindeki kaptanlar :)

 Uzaktan Özüm'ü izleyen misafiri gördünüz mü?

Sahilde yelken ya da kano yapabilme alternatifi de var bu arada. Biz değerlendiremedik ama giderseniz şayet siz değerlendirin.

Otelimiz her şey dahil olduğu için gün içerisinde otelden pek ayrılamadık. Zaten sıcak havada keşif yapacak hevesim de olmadı açıkçası. Bu kısımları akşam yemeğinden sonraya sakladık bu yüzden. Bir akşam Eski Foça, bir akşam da Yeni Foça'yı gezdik. "Tabi ki Eski Foça" dedik sonrasında da. Güzelliği "eski"liğinden geliyordu ne de olsa ;)


Eski Foça Sahil

Sahil boyunca uzanan şirin restoran ve kafelerin önünden bir tarafımıza da denizi alarak Eski ve Yeni Foça'yı baştan sona arşınladık. Küçük yerlerin en sevdiğim özelliği yürüyerek bile gezip sindirebiliyorsunuz içinize.  Eski Rum evlerinin o şirin havası eşliğinde tamamladık buradaki gezimizi de. Tabi meşhur "dibek kahvesi"ni de afiyetle içtik.

                                                      
Dibek Kahvesi içmeden dönmeyin!

Hatta bizzat Kozbeyli'ye de uğrayın ve kendi kahvenizi kendiniz dövün dibekte.
Ben öyle yaptım Şakir'in yerinde ;)
Bir de meşhur bir kasap ve et restoranı var bu küçük köyde. O da denenebilecekler arasında. Etleri kendiniz seçiyorsunuz.
Biz bir akşam yemeğimizi de burada yedik.  İsmini not almayı unutmuşum ama :( Sorsanız herkes söyler.

Foça sokaklarından bir kuple :)

Bir de gece vakti önünde şaşırtıcı uzunlukta bir kuyrukla bizi karşılayan meşhur dondurmacısı vardı Eski Foça'nın. Şoka girdik. "Var demek ki bir hikmet" dedik ama o kuyruğu beklemeyi de göze alamadık. Yıldık mı peki? Yılmadık. Dönüş günü gündüz vakti uğrayıp afiyetle sakız dondurmamızı da yedik.
Meşhur dondurmacı Nazmi Usta

Yeni Foça'ya gelince; adından da anlaşıldığı üzere eski ve karakteristik özelliklerin eksikliğini hissettiren, daha modern, daha kalabalık ve kozmopolit bir yer. Eski Foça ve Yeni Foça arası 16km civarında. Ve bu yolculuk eşsiz bir deniz manzarası ile gerçekleşiyor. Güzel olan kısmı da buydu Yeni Foça istikametinin.

Biz Foça'yı yani Eski Foça'yı çok sevdik. Yine gelmek için ajandamızın bir yerine de bu güzel tatilin hazzını not ettik.

4.gün aslında dönüş günümüzdü. Otelden çıkarken kocamın aklına müthiş bir fikir geldi ama. Tatili bitirmeye gönlü razı olmamış. "Buradan da Cunda mı yapsak?" dedi. Ben hemen atladım, arkadaşlar da sağ olsun eşlik ettiler, dönüş biletlerimizi öteledik rotayı Cunda'ya çevirdik. Yaklaşık 2.5 saat yol gittikten sonra bu şirin adaya da varmış olduk. Öyle plansız bir karardı ki, Ayvalık'a varmadan 5 dakika öncesinde otel rezervasyonumuzu yapabildik. Tüm yol boyunca da konaklayacak yer  aradık bu yüzden de yolu hiç anlamadık.

Burada konakladığımız butik otelimiz de çok keyifliydi. Sahile yakın konumu, temiz, modern, keyifle döşenmiş odaları, kapıda karşılayan kömür karası Zeytin adında köpeğiyle şanslı hissettik kendimizi bu oteli seçip son 2 odayı da ayarlayabildiğimiz için. Otelin adı Cunda Fora Otel.  Oda kahvaltı hizmeti sunuyor bu butik otel ama, kahvaltısı o kadar lezzetli ve yeterli ki gönlünüzü çalmayı başarıyor. Foça'daki 3 öğüne buradaki kahvaltıyı tercih ederim ben yani. Bir de 5 çayları var ikramları ile beraber. Çay, kahve, Türk kahvesi, tatlı-tuzlu atıştırmalıkları ile bu da geçer not aldı bizden.

Oda kahvaltı olunca sistem, gezmeye vakit ayırıyor insan tabi. Ha bir de denize sıfır olmayınca konakladığınız alan, deniz kenarında huzur bulma alternatifini de elemiş oluyorsunuz haliyle.

Adada bulunan Rahmi Koç Müzesi harika bir Cunda manzarası sunuyor gelenlere. İçerisinde bulunan minik kafeteryasında rüzgarı da yanınıza alıp, manzaranın tadına varıyorsunuz yudumladıklarınızla. Çok güzel şirin hediyelikler de satılıyor bu kafede. Biz müzenin içine giremedik gittiğimizde müze kapanmıştı çünkü ama manzaraya karşı biraz dinlenmiş olduk en azından.

 Rahmi Koç Müzesi


Rahmi Koç Müze'sinden Cunda'ya bakış

Sonra sahile indik gezdik. Burada da restoranlar, şirin kafeler var sahil boyunca. Gezi tekneleri de sahili dolduruyor. 2.gün için bu teknelerle bir geziye katılalım dedik ve rezervasyon yaptırdık. Saat 12:00 de başlayan gezimiz 17:30 gibi bitti. Bir günümüz de böylece dolu dolu geçti.

 Denizden Cunda

Tekne gezimizden



 Martılar burada da peşimizi bırakmadı :)




Cunda'nın aklımda kalan en karakteristik özelliklerinden biri  havası ve rüzgarı oldu. Tekne gezimiz boyunca 2 şapka feda ettik bu rüzgara. Bir tanesi Özüm'ün şapkası oldu maalesef ve de :( Bir de koca şallarla sarıp sarmalayıp Özüm'ü öyle yol alabildik teknede. O nasıl güzel, nasıl rüzgarlı bir havaydı. Annemin endişeleri karşılık bulmadı neyse ki ve hasta etmeden döndük Özüm'ü :) (Biraz pimpiriklidir kendisi de :) )

3 koyda durdu teknemiz. Deniz suyu çivi gibi dedikleri cinstendi işte buralarda. Yolculuk esnasında küçük küçük adalar gördük. Cem Boyner, Halis Komili ve Güler Sabancı'nın evlerinin  de olduğu adalardı bunlar. Kaptanımız anlattı. Biz de uzaktan selam edip geçtik.

Sol üstteki Halis Komili'nin sağ alttaki Cem Boyner'inmiş. Ben de kaptanın yalancısıyım :)

Canlı canlı ahtapot avına şahit olduk bir de. Ben biraz buruldum tabi. Sinek de olsa yakalanan, yaşam hakkının elinden alınmaması gerektiğini düşündüğümden belki de. En azından benim gözüm önünde. Bir de ürktüm az buçuk 8'i de farklı istikamette kıvrılan, dolanan, sarılan kollarından.

Yemeklerde ise, ilk gün Balık Restoranı (Deniz Restoran) ikinci gün ise Girit Mutfağı'ndan yana kullandık tercihimizi. Tabi beni hangisi mutlu etti bilin bakalım?  Tabi ki enfes mezeleriyle Lal Girit Mutfağı. Cunda'nın sahil boyu kadar, hatta bence ondan daha da keyifli arka sokakları var. Lal de işte bu arka sokaklardan birinde harika bir restoran. Sadece mezeler var ama onlar da envai çeşit ve en lezzetlisinden.


Lal Girit Mutfağı

Güzel kafeler, hoş mekanlar, hediyelik dükkanları vs. ile gezip hoşça vakit geçirebildik Cunda'da da. 



Bebek arabası götürmediğime hiç pişman olmadım. Hala sırtımda taşıyorum evet.
 Yaşasın koala modu :) 

Sahilde bir de lokmacı vardı. Foça'nın dondurmacısı gibi buranın da lokmacısında aynı uzun kuyruğa şahit olduk. İlk gün izledik sadece, ikinci gün azmettik bekledik kuyrukta, "İmparator"un kendi elleriyle hazırladığı lokmasından da tadabildik böylece :)


Siyah atletli olan İmparator. Ben Rocky Balboa'ya benzettim o ayrı :)
Her akşam ne emek harcıyor o lokma kazanlarının başında, takdire şayan gerçekten


Bir diğer meşhur Taş Kahve'ye de uğramadan geçemeyelim dedik. Havanın rüzgarından ve yanımızda Özüm olmasından dolayı içeride oturmayı tercih ettik. Yalnız içerinin hijyeni konusunda biraz hayal kırıklığına uğradık açıkçası. Tamam kırlangıçlar yuva yapmış, kendilerine ev seçmişlerdi bu kafeyi ama, onların varlıklarının bahanesi olmuştu sanırım kafenin iç kısmının bakımsızlığı. Kahvesine gelince de Şakir'in kahvesini tercih ettiğimi söyleyebilirim.



Bir de sahilde gezerken Özüm'le karikatürümüzü yaptırdık. Ve tüm tatilimizin bonusu oldu. 


Karikatürist Bülent Abi sağolsun, Anjelina Jolie dudaklı, Ajda Pekkan burunlu, Cindy Crawford benli yaptı beni.
Hasretini çektiğim dolgun dudaklar ve küçük burna da bu vesile ile kavuşmuş oldum :)  Ama gözlerin şehlası kime benziyor onu çıkaramadım bir tek. Ağız kenarımda benim var neyse ki. Ama onun da yeri doğru olmamış :) Şaka bir yana ben bana pek benzememiş olabilirim ama Özüm Kız tıpkısının aynısı :) Ve sayesinde harika bir anımız oldu Cunda'dan.

Veeee, macera ruhumuza işlemişti bir kere. "Hadi" dedik "Bir de Kaz Dağları yapalım, madem geldik buraya kadar!" :) Tatilimizi birlikte geçirdiğimiz arkadaşlarımızın bir tanıdığının o civardaki oteline uğrayalım deyip çıktık yola. İyi ki de uğramışız, Kaz Dağları Yeşilyurt Köyü'nde inanılmaz güzel bir manzara eşliğinde içeceklerimizi yudumlayıp mola vermiş olduk Karye Otel'de.

Kazdağları Yeşilyurt Köyü

Otelin için de bir de butik teknoloji müzesi vardı. Enfesti. Resmen tarih yatıyordu. Aslında fotoğraf çekmek yasaktı ama biz otel sahibinin arkadaşı olunca bize birazcık torpil yaptılar :) Buradaki en unutulmaz an da buydu. Fotoları aşağıya ekliyorum. Ucundan acıcık tabi. Merak edip gidin sizde ;) Değer gerçekten. 


Osmanlı'nın tipbox'ıymış :)
(Yani bahşiş kutusu)

 Ütüler, dikiş makinaları, gaz maskeleri, pipolar, daktilolar,enstrümanlar vs.
Tarihlerine tanık olduk resmen, etkileyiciydi


Çarık dikme makinasıymış. İlk dikiş makinası hem de.
Faturaları ile birlikte saklanmış.

 Miele'nin ilk çamaşır makinesi bu da.
Zaman ve teknoloji sen nelere kadirsin


 Vakti zamanın televizyonları


 O gün :(
Cumhuriyet Gazetesi'nin arşivinde bile bulunmayan tek gazete


Otelden ayrılmadan buraya da (Yeşilyurt Köyü'ne) yeniden gelme sözü verdik. Şöyle şehirden sıkılıp, huzur bulmak istediğimiz ilk fırsatta hem de. Bol oksijen, bol sükunet, bol yeşil istediğimizde.


Bir de bu güzelliği yeniden görmek istediğimizde :) 

Dönüşte ise Kaz Dağları Milli Parkı içinde 2 ayrı mesire alanına girdik ama aradığımız bu değildi çıktık. Burada mangalcılar sefa yapmaktaydı. Bizse gezelim görelim derdinde olunca uymadı tabi bize. Hasanboğuldu Şelalesi'nin methini duyduk, hadi bir de oraya geçelim dedik ama burası da şelale cenneti Antalya'mızdan sonra bizi pek tatmin etmedi maalesef.  Çok uzun sürmedi ziyaretimiz yine yola koyulduk. Dönüşte Ayvalık turu ve tabi ki orijinal Ayvalık tostu ziyafeti ile bitirdik bu günü de. Gezilecek başka yerleri de vardı tabi Ayvalık'ın ama bizim programımıza bu kadarı sığdı. Bu da bize yetti.  

Ayvalık'taki bu antikacıya ve tabelasına bayıldım. Eklemeden geçemedim o yüzden. Yaratıcı ;)

Dolu dolu geçen 7 günden sonra "Artık eve dönebiliriz" dedik. Döndük.

Ege'nin bu huzur dolu atmosferini ise biz daha çok sevdik.

Bu arada atlanmış bir Paris/Disneyland gezimiz var yakın zaman öncesinden. Onu da ilk fırsatta ekleyeceğim inşallah ;)