25 Aralık 2017 Pazartesi

"Bebek de Yaparım, Kariyer de!" Mİ ACABAAAA?



Rahatlayın diye hemen söyleyeyim dostlar: "Yok öyle bir şey!"

Nil bizi kandırmış resmen :)

Gerçi o çocuk demişti değil mi? O kısmı kulağa biraz daha sıcak geliyor sanki kabul.

Ama ben bebek kısmından bahsedeceğim, benim konum o :)

Evet  çok inanmak istemiştim ben de: Hem bebeğine, hem kariyerine "layığıyla!" odaklanabilen annelerin var olduğu mitine. Hatta ben de onlardan biri olacaktım kafaya koymuştum.

Oldu mu peki?

Olmadı tabi. Bu satırlar da ondan ya zaten :)

Mit mi peki gerçekten?

Gelin onun da sağlamasını yapalım!

Sağ elinizde (ya da sağ beyninizde diyeyim) canınızdan bir parça: evladınız, sol elinizde de (sol beyninizde yani ):  işiniz olsun. Ve siz de her ikisine birden yetmeye çalışan bir garip annesiniz.

Peki nasıl olacak bu iş o zaman?

Hadi irdeleyelim.

İŞ; "Çoğunlukla 8-5 mesaisi olan, planı programı çok seven ve beklemeyi sevmeyen, maddi ihtiyaçlar doğrultusunda tercihli olarak yapılan, seçme hakkınız doğrultusunda ne zaman, ne şekilde, nasıl organize edileceğine kendi karar verebileceğiniz, yabancı birine/birilerine karşı (işveren ya da müşteri) sorumluluklarınızın olduğu, sonunda bir sonuç elde etmek ve hatta zaman zaman da takdir görebilmek amacıyla yapılan, başarıya ulaşmak için çok "çalışmak" gereken, emekliliğinin gelmesi  için gün sayılan bir çalışma ve bu çalışma için verilen emek"tir diyelim.*

BEBEK peki?

BEBEK; "Mesaisi olmayan yani 7-24 olan, plana programa gelmeyen, ne iş ne de başka bir şey için beklemeyi asla kabul etmeyen, maddi değil ama manevi tatmin noktasında rakip tanımayan, tercih etme ve seçme şansınızın olmadığı, ne zaman, ne şekilde, nasıl olacağına bebeğinizin/ihtiyaçlarının karar verdiği yani son sözü hep onun söylediği (ya da böylesinin doğru olduğu), sorumluluğunuzun kendi canınızdan kanınızdan bir miniğe karşı olduğu, takdir edilmeyi beklemediğiniz, tatminin de verilen "emek/ilgi ve sevgi" ile doğru orantılı olduğu, sarf edilen tüm eforun da bundan sebep olduğu, emekliliği hiç gelmeyen ve hatta gelmesin diye de dualar edilen"dir.

Yani;

Nadiren kesişseler de çoğunlukla ayrılır bu ikili çünkü aslında bambaşkadırlar. Ama hayat ve koşullar onları buluşturur bir şekilde. Farklı kümelerin temsilcileridirler  ve bu kümelerin elemanları  kişiden kişiye, koşuldan koşula değişebilir.

Değişmeyen şeyse koşullar ne olursa olsun EVRENSEL kümenin BEBEK olduğu gerçeğidir.

Yani;

Hayatınızdaki en geniş kümeye bebek sahibi olduktan sonra sahip olursunuz.

Ondan öncekiler de, sonrakiler de hep onun alt kümesidirler/alt kümesi olacaklardır. Ve de artık neyi, nasıl ve ne şekilde yaparsanız yapın, hiçbir şey eskisi gibi değildir/olamayacaktır.

Kesişseler de, ayrışsalar da!


*İŞ'le ilgili yaptığım tanımlama kendi düşüncelerimi/hislerimi değil gözlem ve genelleme yaptığım durumları kapsamaktadır. Zira şimdiye kadar hiçbir gün 8-5 çalışma şansına sahip olmadım. Ama yine de emekliliğim gelsin diye de beklemiyorum :) 


Dip not: Bugün 2 Ekim Dünya Mimarlık Günü ve aynı zamanda Dünya Çocuk Günü. Önceleri başlamış  fakat yarım bırakmış olduğum bu yazıyı bugün tamamlamak istedim çünkü ilginç bir tesadüfle mesleğim ve bebeğimi aynı potada gördüm. Oysa şimdiye kadar pek biraraya getirmemiştim onları. Sebebi mi? Yukarıda yazıyor işte. Anladınız siz :) 
Bugün aynı zamanda çok uzun bir aradan sonra işime "tam zamanlı" geri dönüş günüm. O zaman kutlamak lazım değil mi?Kutlu olsun hem mimarlık, hem çocuk, hem de 28 ay sonra mesleğe geri dönüş günüm!

Dip not 2: 
Soru: 2 Ekim'de yazıp 25 Aralık'da paylaşmak da nesi?  Cevap: 2018'e eskilerden hiçbir şey bırakmama, bembeyaz bir sayfa açma telaşı. (Yoksa 2018'e de kalabilirdi bu ihmalkarlıkla :) )



18 Aralık 2017 Pazartesi

BİR ANNELİK İKİLEMİ-BİR AYRILIK HİKAYESİ


Bazı anlar var. Boğazın düğümlenir, yutkunamazsın. Elin kolun bağlanır, kıpırdayamazsın. Ne yapacağını bilemez kalakalırsın.

Geçenlerde yaşadım. Özüm'den ayrılmaya çalışırken, boynuma yapışıp beni bırakmak istemediğini haykırırken, gözlerinden yaşlar akıtırken. Yutkunamadım, elim kolum bağlandı ve ne yapacağımı bilemedim.

Şimdiye kadar kurduğumuz "bağ"ın güveni konusunda hiç tereddüt etmemişken, acaba "bağımlılık" böyle birşey mi diye sorgularken buluverdim kendimi bu ayrılık anında. Ve hissetmeye çalıştım sadece.

Hislerim bana dedi ki:

Güvenli bağ denen şey, bir çiçeğin toprakla olan bağı gibi birşey aslında. Çiçeğin toprak anaya, toprak ananın çiçeğe olan güveni ve ihtiyacı gibi. Birbirlerinden beslenmesi gibi. Onun kadar doğal ve tersi de doğaya aykırı olan. Siz de besleniyorsunuz birbirinizden, güveniyorsunuz bu bağa ve "doğal" olarak da, ne o, ne de sen ayrılmak istemiyorsunuz. Mukavemet gösteriyorsunuz, direniyorsunuz. Tıpkı çiçeğin toprağa kökleriyle sıkı sıkıya tutunması, ondan kopmak istememesi gibi, yapışıyorsunuz birbirinizin boynuna, kollarınızı hiç ayırmak istemiyorsunuz.

Hissettiklerim kalbime iyi geldi aslında. Doğal bir süreç yaşadığımıza kendimi inandırmaya da yetti ama yine de bu, benim de gözlerimin dolmasına engel olamadı. O görmeden kuruladım, dik durmaya ve en mantıklı, en sevgi dolu halimle yönetmeye çalıştım süreci. Ama yine de darmadağın oldum. Ruhuna vermiş olabileceğim zararı düşünmek içimi acıttı.
...
Hani bana kollarını açmışken ve kopmamak için direnirken "Seni seviyorum bebeğim, geleceğim akşama" deyip gidiyor oluvermek, sanki ona kayıtsız kalmak gibi geldi ve kahretti.
...
Sonra akşam oldu, onun güleç yüzü, sanki hiç ayrılmamışız gibi beni karşılaması, keyfi, benim de keyfimi yerine getirdi. İyileşiverdim birden.
...
Sonrasında üzerine çokça düşündüm. Beni özlediğinde, yanında hissetmek istediğinde keşke sihirli bir değnek olsa da yanında bitiversem derken aklıma bir fikir geldi. Doğduğu günden beri  hep yanında olan birşey vardı Özüm'ün. Boynunda taşıdığı kehribar kolye. Dedim acaba bu kolyeye bir anlam yüklesem bir işe yarar mı? Bir senaryo yazdım, Özüm'ü de karşıma aldım, anlattım.

Özlem: Özüm, hani bazen benden ayrılmak zor geliyor ya sana, bazen bunu yapmayı hiç istemiyorsun ya, hani ben de hiç istemiyorum ama yapmak zorunda oluyorum ya bazen. Bu zamanlar için bir çözüm bulalım mı?

Özüm: Tabi

Özlem: Boynunda bir kehribar kolye var ya hani, hep senin yanında olan. Onun boncuklarına teker teker öpücükler kondursam, sen beni özlediğinde o öpücükleri toplasan nasıl olur? Mutlu olur musun? O öpücükler sana "benim hep senin yanında olduğumu, hiç ayrılmayacağımı" hatırlatsa hoşuna gider mi? Yapalım mı böyle bir şey?

Özüm: Eveeeeetttt

O günden sonra her ayrılmamızda öpücükler dizerim boynundaki kehribara. Hem onu, hem beni öyle rahatlatır ki.

Geçen gün sordum.

"Özüm beni özlediğinde boynunda dizili öpücüklerini hatırlıyorsun değil mi? diye.

"Evet, tabi!" diye yanıtladı.

"Ne yapıyorsun peki o zaman?" dedim.

"Ben de alıyorum, öpüyorum, başıma koyuyorum"
dedi.

...

Yine gözlerim doldu, boğazım düğümlendi, elim kolum bağlandı. Ne yapacağımı bilemedim.

Sarıldım, kokladım, iyi ki dedim.
İyi ki...

...

Annelik dediğin bir garip ruh hali!

30 Kasım 2017 Perşembe

HİYJEN DEME! PARFÜM AŞKI!!!


Şu müthiş parfüm çılgınlığına edecek 2 çift lafım var. Parfümden kastım tüm parfümler, oda kokuları, parfüm içerikli temizleyiciler, makyaj malzemeleri ve dahi kitaplar!!! Yani hemen hemen çevremizi saran herşey!
.
Okuduğumuz kitaplar evet. Onların bile kokulusu çıkmış. Fark etmeden alıp, okuyamadan kütüphaneye kaldırdığım 1 adet böyle bir kitabım var da oradan biliyorum. O gün bugündür nedenini düşünüp bir türlü anlamlandıramam bir kitabın neden kokması gerektiğini! Bileniniz var mi acep?
.
Bir de apartmanımızı, kokulu temizleyecilerle temizleyip çok iyi birşey yaptığını zanneden bir görevlimiz de var mesela. O küçücük asansörün içine her bindiğimde ağzımı/burnumu kapatmak zorunda bırakacak ve beni öksürük krizine sokacak kadar  kadar temiz!!! kokutan bir görevlimiz. Hadi onu geçtim uyarıyorsun ve vazgeçiriyorsun bir türlü ama sağım/solum/önüm/arkam hep parfüm hep parfüm. Bir restoran tuvaletine girsem, üstümü düzeltirken ağzıma ağzıma bir oda kokusu "pıısssss" diye doluverir bir anda. Masanın üzeri gözümün önünde dur! diyemeden sıkılan camsil türevi ne idüğü belirsiz mavi renkli bir sıvı ile silinir. Yediklerim zehir olur. Hay yemez olaydım dedirtir. Arabamı yıkamaya veririm. Temiz olsun, temiz! koksun diye verdiğim araba zehir dolar. Mağazaya girerim aslında mağaza parfüm mağazası değildir ama ondan beter kokar.
.
Vs. Vs.
.
Zaten dertliydim bu konuda, bir de çocuk giyim! mağazasında kasanın önünde duran, Özüm'ün ısrarla ne olduğunu öğrenmek için milyon tane soru  sorduğu, benim cevaplamak için resmen çenemin yorulduğu şu Mickey'li parfümle iyice bir dertlere gark oldum işte.
.
Çocuk ayol onlar, misler gibi kokarlar zaten. Dertleri güzel kokmak da değil, toza toprağa bulanmak, sonra da yıkanmak olmalı ayrıca. Temizliğin ve doğallığın zaten yeterince güzel olduğunu öğrenmeliler bir de. Kimyasalların yarattığı yapaylığın değil ki!
.
Nedir bu acele? Bu nasıl bir arz, nasıl bir talep ve nasıl bir beyin yıkama?
.
Arapsaçına dönen ruh halimi Erkin Koray'ın "Arapsaçı" coverı ile ifade etmeye çalışayım da rahatlayayım bari.  Yoksa ağır konuşacağım olmayacak☺
.
Huzurlarınızda  "Arapsaçı" coverı: PARFÜM AŞKI ve ben:
.

PARFÜM AŞKI

Bir derdim var dinleyin eyyy IG ahalisi
Beni benden çalıyor şu hijyen meselesi

Sık, sık, sık düşünme
Sonu ne olcak deme
Hastalık bulunca da
Hiç ama hiç dövünme

Gönlün söz dinlemiyor
Sana hep "al-sık" diyor
Kim solursa solusun
Ciğerine iniyor.
.
Oooooffff HİJYEN DEME!
.
Hijyen bu demek değil!
Dı dı dı dı dım dı dı dıt dı dıııım
Alerji tetiktedir!
Dı dı dı dı dım dı dı dıt dı dım
Bak demedi de deme!
Dı dı dı dı dım dı dı dıt dı dım
Hiç kendini de üzme,
Bir de beni de üzme!
Oooffffff

13 Ekim 2017 Cuma

"ÇOCUKLARI ÖZGÜR BIRAKMA GÜNÜ"MÜZ KUTLU OLSA KEŞKE!



Dünya Kız Çocukları Günü’ydü geçen gün.

İtiraf ediyorum, bir kız çocuğu annesi olarak biraz şaşkındım o gün ben.

Neden mi?

Çünkü tam 10 gün öncesinde Dünya Çocuk Günü’nü kutlamıştık.

Kız-erkek tüm çocukların günü değil miydi o gün? “Neden  çocukları da ayrıştırdık ki şimdi?”  diye düşündüm durdum sosyal medyada olayın “sahip olmak” boyutunda algılandığını görünce.

İçimde büyüttüğüm çocuk ruhum geldi önce dile.

Sakinleyip/sessizleşip biraz  ona kulak verdim.

O da bir kız çocuğuydu ne de olsa ve hiç ayrışmak istemiyordu aslında! Ne çocukken, ne de yetişkinken hem de. Farklıydık evet ama farklılaştırılmamalıydık. Özgür bırakılmalıydık çocuk ruhlarımızla ve özgür bırakabilmeliydik sahip olduğumuzu zannettiğimiz! çocuklarımızı da!

Özgür bırakılmalıydık ki kendimiz olabilelim, özgür bırakabilmeliydik ki kendileri olabilsinler!

Pembe giymek, bebek oynamak zorunda hissetmesinler önce. Kendilerini zayıf, erkekleri  de güçlü görmesinler sonrasında. Gücün kastan ibaret olduğunu sanmasınlar bir de. Özgürlüğün en büyük güç olduğunu yaşayarak hissedebilsinler ve de.

Böyle olunca;

İçimde büyüttüğüm çocuk izin vermedi “Ben de bir kız çocuğu annesiyim!” dememe o gün! 

Klavyeden uzak tuttu beni bu yüzden.

Sonra ertesi gün yine aklıma geldi. Bir güne sığdırılacağı zannedilen o gün, ben de sığamamıştı işte bir güne!

Zaman zaman olur bana.

Okuyup/gülüp/bazen de hüzünlenip geçilecek şeylere saatler,günler harcarım. Düşünürüm, yazarım, çizerim.

Bunda da öyle oldu.

İçime bir kurt düştü.

“Dünya Erkek Çocukları Günü de var mı acaba?” dedim kendi kendime.

Aradım, bulamadım.

Bir garip geldi tabi. “Atlanmış olamaz” dedim.

Geri döndüm araştırdım.

Araştırınca gördüm ki, bugün aslında “sahip olmak”tan ibaret değilmiş, işin özü başkaymış.

“Amaç, kız çocuklarına karşı ayrımcılığın önlenmesi ve onların insan haklarından tam ve etkili bir şekilde yararlanmalarını sağlamak” mış meğer. 2012 yılından beri kutlanıyormuş ve de.

Kutlamakla bitse keşke. Farkındalık bir gün yapılan paylaşımlarla sağlanabilse. Ne güzel olurdu değil mi? Bir #hashtag, bir fotoğraf oldu bitti.

Ama öyle olmuyor işte.

Dünya genelinde her yedi saniyede bir kız çocuğu evlendiriliyor. Türkiye’de son 6 yılda evlenmek zorunda bırakılan kız çocuğu resmi sayısı 232 bin. Son 6 yılda bu çocukların 142 bini anne oldu.*

Hani bizim “kız çocukları”mız? Neredeler? Hangi korkunun, hangi pişmanlığın, hangi yalnızlığın içindeler?

Özgürlükleri nerede peki? Kimin/kimlerin elinde?

Bir tuhaflık yok mu bu işte?

Kız çocuklarına karşı ayrımcılığı önlemek için, onların haklarından bahsetmek için bir gün tayin ediyoruz ama başta o günün adı ayrımcı, bahsedilen özgürlük düşüncesi ise bir hayal kadar uzak.

Buldum işte.

Bugünün ruhumda bıraktığı ağırlık ve sızı bundanmış meğer. –mış gibi, eğreti durmasındanmış, üzerimize hiç yakışmamasındanmış. Durumun gerçekten farkında olamamaktan, farkına varamamaktanmış.  

Ben diyorum ki, Dünya Kız Çocukları Günü diye birşey olmasın!

“Dünya Çocukları Özgür Bırakma Günü” diye bir gün kutlansın.

Kız-erkek ayırmadan.

Neyi, niye kutladığımızı bilerek, üzerimize düşen tüm sorumluluğa sıkı sıkı sahip çıkarak hem de.

Olmaz mı acaba?

Benden önermesi.


*Kaynak: http://www.sozcu.com.tr/2017/gundem/dunya-kiz-cocuklari-gunu-nedir-kac-yildir-kutlaniyor-2044429/


26 Eylül 2017 Salı

BAĞIRMAYAN ANNE-BABA OLMAK!



Hamileyken okuduğum "Doğal Ebeveynlik" (William ve Martha Sears) kitabı dışında ebeveynlikle ya da çocuk yetiştirmekle alakalı herhangi bir kitap okumamıştım Özüm'ü doğurduktan sonra. "Doğal Ebeveynlik"te zaten aradığım herşeyi bulmuş, yeterince tatmin olmuş, anne ve bebek arasındaki o şefkatli ve özel bağın gücüne inanmış, gerisini de çok irdelememiştim.

Yakın zamanda ise bir rastlaşma yaşadım Tchibo'da. Ahşap oyuncakların yanına iliştirilmiş bu kitapla.

Bir kitap kurdu olarak karşı koyamadım ve istemsizce elimi atıp raftan aldım tesadüfen karşıma çıkan bu kitabı. Ama ismini görünce de ne yalan söyleyeyim bir an durakladım.

"Bağırmayan Anne Baba Olmak!"

"Nasıl yani?" diye düşündüm. "Bir sihirli formülden mi bahsedecek yoksa bu kitap?"

Bir an rafa geri koymak istedim ama nedense elim de gitmedi. Birkaç sayfa açıp incelemek istedim.

Sayfaları kurcalarken:

"Çocuklarımızdan sorumlu olmak yerine çocuklarımıza karşı sorumlu olmak!" vurgusunu gördüm ve sanırım 5 dakika boyunca elimde kitap, yüzümde koca bir tebessüm mağaza içerisinde bunun hakkında düşündüm.

Sonra bağırmakla ilgili yazdıkları çıktı karşıma:
Bağırmanın sadece ses yükseltmek olmadığı; çocuklarımızı kendi isteklerimiz doğrultusunda yönlendirmek, onları zaman zaman görmezden gelmek ve sevgimizden mahrum bırakmak gibi tepkisel davranışları da içerdiği, kitap ismindeki bağırmanın da işte tüm bunlara karşılık geldiği,

Çocuklarımız üzerinde etki bırakmanın, önce kendi kontrolümüzü ele geçirmekten geçtiği, onlar için yapabileceğimiz en iyi şeyin kendimize odaklanmak olduğu, onları kontrol etme çabasının sadece "öfke ve hayal kırıklığı" ile sonuçlanacağı eklemesi

ve

"Çocukların davranışlarını kontrol etmek" yerine, "Kararlarını etkilemeye çalışma"nın amacımız olması gerektiği söylemi!

Ayaküstü, birkaç sayfada gözüme ilişiverenler bunlardı ve kitap çok tanıdık gelmişti.  Çünkü ben de bebeğimle ilişkimde türlü yollara sapmış ama düzlüğe giden, hedefe varan yolun, vereceği kararlara etki etmeye ve kriz anlarında sakin kalmaya çalışarak gerçekleşebileceğini deneyimlemiştim.

Bu yüzden sanırım kitabı alıp detaylıca incelemek istedim. Ve iyi ki de öyle yaptım.

İçinde altını çizdiğim ve not aldığım o kadar çok yer oldu ki!

Mesela,

-Çocuklarımızı onlara mantıklı gelmeyen taleplerimize uyum sağlamaya zorlamanın ebeveynliği bir savaşa dönüştürdüğü, ilişki savaşlarında kazananın değil sadece yaralıların olacağı! Ebeveynliğin bir savaş değil ebeveyn ile çocuk arasındaki çok özel bir ilişki olduğu,

-Tepkilerimizi kontrol edememenin aslında kaçındığımız sonuçları beraberinde getirdiği, bunun nedeninin öfke transferi olduğu,

-Çocukların bu dünyaya kendileri olmak için geldikleri, bizim üzerimize düşenin bunun için onlara yeterli alanı tanımak olduğu! Kendi hatalarını yapma alanları olmayan çocukların bizden aldıkları ödünç hayatları yaşadıkları saptamaları,

-Çocuğumuzun gelişme hakkı için savaşmayı, kendilerine ait biricikliği yaratmaları için mücadele etmeyi, onları yaftalamadan/etiketlemeden kendi  karakterlerini oluşturmalarına izin vermeyi, onlara keşfetmeyi hediye etmeyi öğrenmemiz gerektiğini vurguladığı anektodları,

-Eldiven atmak ve judo benzetmeleri

-Etiketler hakkındaki yorumları

ve

-Devrimle ilgili harika notları
...

Ve hatta daha fazlası. Gerisini ben anlatmayayım da siz okuyun!

Okurken şunları da hep aklınızda tutun:

Bağırmayan anne baba olmak, hatasız ebeveyn olmak değil, söylediklerimizi uygulamaktır. Her durum için doğru teknikleri geliştirmek değil, tutarlılığa giden yolda yürümektir. Sorun çözme ya da davranış değiştirme yöntemi değil, büyüme yöntemidir!

Ve bu kitap bizimle ilgilidir. Kendimizi sevmekle, kendimizi ilişkiye vermek ve çocuklarımızın tadını çıkarmakla!













13 Eylül 2017 Çarşamba

ANNE, ÖP DE GEÇSİN!




Biliyor musun?
Öpünce geçer tüm yaralar, sızılar, ağrılar, sancılar...
Çünkü aslında canını yakan en büyük şey yalnızlıktır söyleyemesen de.
Düşersin ve evet acır.
Ama soran biri varsa yanında,
Eğilip elini sana uzatan biri.
Muhakkak geçer o acı,
Hele bir de acıyan yerinden öptüyse.
...
Her düştüğünde yanındayım.
Her elini uzattığında tutacak bir elin var tam da kalp hizanda.
Her acı sana öğrettiği gibi bana da öğretecek hayatı ve asla yalnız olmadığını.
Her sızı en az seninki kadar sızlatacak benim de kalbimi.
Her yalnızlık, ÖZüne dönmek için bir fırsat olacak sana üzülme.
Her kayıp, yeni buluşlara gebe.
Her son bir başlangıç.
Her sınav bir deneyim.
Biliyor musun?
Bu hayattaki en büyük kazanım deneyimlerin olacak.
Seni sen yapacaklar.
ÖZüne sızacaklar.
Bazen acıtacaklar, bazen sızlatacaklar.
Ama geçecek sonra hepsi.
Sen "Anne öp de geçsin!" diyeceksin,
Ben de soluksuz öpeceğim "o en çok acıyan yerinden!"
Her zaman! Her koşulda!
Bunu sakın unutma!


Not: Fotoğraf Özüm henüz mini minnacık küçücükken. Duygularsa zamansız.

5 Eylül 2017 Salı

NORMALLEŞEN ANORMALLİKLER!



Bir cinayetin normalleştirilme çabasını şaşkınlıkla takip ediyorum birkaç gündür.

Olayın magazin kısmına uzağım çünkü TV izlemiyorum ama gündelik hayatın içine yerleşmiş diyalogların varlığından bile huzursuzum.

Haberi duyduğumda çok üzüldüm. Saf, sade ve derin bir üzüntüydü bu. Ardında hiçbir soru işareti yoktu bu hissin. Bir can daha yitip gitmişti. Ötesi beni hiç ilgilendirmiyordu.

Ölen kişinin kadın/erkek, ünlü/ünsüz, genç/yaşlı, iyi/kötü olmasından uzak "insan" olması ile ilişkiliydi üzüntüm. Hoş "hayvan" olması da birşeyi değiştirmezdi ya. Acım bir o kadar derin olurdu yine. Ortada bir "can" vardı ne de olsa.

Peki biz neyin sorgusundaydık hala?

-"Orada ne işi vardı?"
-"Kadın o noktaya nasıl geldi?"
-"Para da var işin içinde!"
-"Yoksa aşk cinayeti mi?"

...

Mesleği gereği duygularını bir kenara koymak zorunda olan "sorgu hakimleri" gibi sorguluyorduk durmadan. Sanki haklı bir sebep arıyorduk. Bir insanı öldürmenin nasıl bir haklı sebebi olabilirdi ki? Bir türlü cevaplayamadığım soru buydu.

Sonrasında öğrendiklerimle taşlar yavaş yavaş yerine oturdu.

Artık olası sebepleri keşfetmiş olabileceğimi düşünüyorum.

Öğrendiğime göre TV'de her gün, hem de en çok izlenen kanallarda saatlerce cinayetler konu ediliyor, katil zanlıları gündelik hayatın bir parçası gibi işlediği cinayeti ballandıra ballandıra anlatıyormuş. Şaka bile olamayacak kadar "acıklı" bir gerçek! Ve hayatlarımıza giren, yansıyan, normalleşen anormallikler!

Yanlış yapmamak adına araştırayım dedim. İlk okuduğum haberle olayın vehametini kavradım  ve daha da derin araştırma gereği duymadım. Yeni yayın döneminde başlayacak olan benzer programlardan birinin sunucusunun -ki çok da izlenen, takip edilen bir program sunucusu olduğunu bildiğim birinin, programı için sloganı: "Evlerinize gözyaşı ve dramı yansıtacağım!"

Ve tabi ki kafamda deli sorular:

-Bir TV kanalı (Sadece bir  de değil bu arada!) böyle bir programı niye yapar?
-Neden evlerimize dram ve gözyaşı sokmak ister?
-Cinayeti normalleştirerek nasıl evlerimize misafir eder?
-Katil zanlılarının yargısı bu şekilde mi yapılır?
-Hayatın kendisinin  dinamikleri zaten zaman zaman yeterince dramatik değil mi?
Ve tabi bir de;
-Böyle bir program neden izlenir? (Bu sorunun muhatabı biziz)

Tüm bu soruları, bir TV izleyicisi olmadığım için belki de haddim olmayarak!  RTÜKle de paylaşmak için sabırsızlanıyorum çünkü kendimi "sorumlu" hissediyorum. Herkese ve herşeye karşı hem de!

En çok da dünyanın "güzel bir yer" olmasına!

Bizi "insan" yapan duygularımızı kaybetmediğimiz; ne bir insanın, ne bir hayvanın, ne de bir ağacın yitip gidişine seyirci kalmadığımız kadar güzel bir yer olmasına!


28 Ağustos 2017 Pazartesi

ÇÜNKÜ SEN DAHA ŞEKERSİN!



Bu da bizim lolipopumuz!
Nasıl? Benzememiş mi ama? :)

Tanıştırayım hemen. Kendileri olgunlaşmış kayısıların rondodan geçirilip buz torbalarına konmuş, dondurulmuş ve çıkarıldıktan sonra içlerine kürdan sokulmuş halleridir. Tadı enfestir ve bebekleri baştan çıkarabilmek için kafidir. Deneyin, tattırın ve rafine şekerden de uzak tutabildiğiniz kadar uzak tutmaya çalışın bebeklerinizi. Şekerin zararlarından bahsetmeme gerek yok sanırım değil mi? Hıh, tamam o zaman hadi bakalım pamuk eller işe ;)

Başlarda hep bir soru işaretiydi lolipop ve diğer şekerli türevleri.

"Uzak tutmalıydım ama nasıl?"

Yasaklar daha çok cezbetmez miydi çoluk-çocuk, genç-yaşlı herkesi?

Bu yüzden bende yasak olmayacaktı.

"Ee peki görünce canı çekmeyecek miydi?",

"Nasıl olsa kreşe başlayınca alışmayacak mıydı?"

Dış seslerin kafamın içine salıverdikleri tilkiler de işte hep bunlardı.

Doktor kontrolüne gitsek armağan olarak lolipop, bayram seyran da bakkal-market her yerde ikram lolipop ve akran arkadaşlarla parkta bahçede buluşsak yine lolipop yine lolipop :(

Zorluydu yani...

Süreçte fena yol kat etmedik sanırım biz. Özüm şu an 27 aylık ve henüz hiç bir paketli gıdanın tadına bakmış değil. Bu süreçte "o istedi de ben vermedim" de değil. O istemedi çünkü alışmadı, damak tadı ona göre evrilmedi. Şeker yiyen arkadaşlarını görünce o hurmayı tercih etti, canı da diğerini hiç istemedi çünkü bilmedi.

Bunun için neler yaptım peki?

Aslında "örnek olmak"tan daha fazlasını değil!

Eve onun yemesini istemediğim hiçbir şeyi sokmadım. Zaten kendimiz de yemediğimizden bu çok da zorlu olmadı benim için. Siz ne yerseniz onu merak ediyor bebek çünkü ve yasaklıyorsanız hele bir de, daha da cazip oluveriyor gözlerinde. Bu yüzden aslında kendimizden başlamak gerekiyor sağlıklı beslenme bilincini oturtmaya.

Bir de, beslenme alışkanlığımız/şeklimiz ve onu nelerden/niye uzak tutmaya çalıştığımı  "bilimsel bir tartışma platformu"ndaymış gibi anlattım/anlatıyorum ona. Doğduğu günden itibaren hep böyleydi zaten. Gerçekten :) Beyin tertemiz, 0km, algılar açık ve koşullanmamış olunca anlıyor o da. Koca koca yetişkinlere  anlatmak daha zor  geliyor bana, yalan yok :)

Bir olay anlatayım size.  Daha anlaşılır olsun.

Bir gün markette bir amcayla karşılaştık.

Kasanın önünde duran abur cuburlar Özüm'ün dikkatini çekti bana soruyor. Yumurta şeklinde olan çikolatalar var ya hani, onu gösterip "Anne bak yumurta" diyor. Ben de izah ediyorum. "Evet Özüm yumurta şeklinde ama aslında o yumurta değil" diye. Almak istiyor sonra, çünkü üzerindeki resimler ilgisini çekiyor "Ama o oyuncak değil Özüm, içinde çikolata var, sen çikolata yemiyorsun zaten. O resimler bebeklerin ilgisini çeksin diye konulmuş üzerine" diyorum. Özüm anlıyor. Uzatmıyor. Çünkü konunun detaylarını çok iyi biliyor.

Ama amca dayanamıyor yorum yapıyor. "Merak etme yiyecek nasıl olsa". Bir taraftan da bıyık altından gülüyor.

"Merak etmiyorum zaten, ne kadar geç, o kadar iyi sadece" diyorum ve gülümsüyorum ama 2 yaşındaki bebeğimin anladığını, 70 yaşındaki amca neden anlamıyor şaşırıyorum.

İşte bu yüzden de kendimi satırlara vuruyorum. Yazıyorum ki; kazanılmış alışkanlıklar, öğrenilmişlikler, hayattan aldığımızı zannettiğimiz yalancı tatlar gerçeklere engel olmasın. Bu satırlar dokunabileceği herkese dokunsun. Ufacık da olsa çorbada tuzum olsun.

Nerden nereye geldik değil mi? Halbuki hain lolipopun ruhumda yarattığı derin duyguları ifade ettiğim ve bal küpüm Özüm'e armağan ettiğim şiirimi paylaşacaktım sizlerle :) Kapanışı bari onunla yapalım o zaman ;) Buyrunuz aşağıya.





ÇÜNKÜ SEN DAHA ŞEKERSİN!

Şekere ne gerek var ki?
Sen bildiğim tüm şekerlerden daha şekersin.
Tatlısın;
Hem de en "bal" olanından.
Şakacıktan değil;
"Sahici" olanından.
Zevk veriyorsun;
Tattıklarımdan en fazlasını hem de.
Yapay değil, doğalsın ve de.
Zaten;
"Ne varsa doğallıkta var".
Mottom bu benim.
Yolum da.
Yordamım da.
Mutlu edenim bu çünkü.
Ait hissettiğim.
İyi hissettiğim.
Kendim hissettiğim.
Olsun elini uzattığın rafta olmayıversin,
Elini bulaştırdığın emekte olsun tat.
Biraz zorlu olsun, olsun.
Olsun varsın.
Tadı da bundan olsun.
Zorlama olmasın hiç ama,
ÖZün bu olsun.
Yapay olan ne var, ne yoksa
aman senden uzak olsun.
Sevgin doğal olsun,
Saygın doğal olsun,
Ağzına soktuğun her lokman doğal olsun.
"Doğallık" ÖZün olsun;
Sen ona iyi bak ki,
O da sana iyi baksın.
Ağaçtaki meyve, dalından kopan sebze sana ilaç olsun.
Olsun ama o da ilaçsız olanından olsun.
Sözüm çok gelmesin.
Kulağına küpe olsun.
Diyorsam vardır bir sebebi,
Sebepsiz olduğu sanılmasın.

:) 


14 Ağustos 2017 Pazartesi

BİRAZ "FOÇA" BİRAZ "CUNDA"





Evet biraz da gezelim görelim tadında biriktireceğim. Hafızamla bu şekilde düello yapmaya karar verdim çünkü. Bakalım kim galip gelecek bundan sonra :)

Yeterince yorulduğumu damarlarımda akan kanda bile hissettiğim bir dönemde tam da sessizlik, sakinlik ve huzura en çok ihtiyaç duyduğum anda bir Ege tatili fikri çıkıverdi kocacığımdan. Ne de güzel oldu :)

İstikamet Foça olacaktı. Geçen sene Ege'nin pek popüler mekanlarında (Çeşme, Bodrum) tatil yapma alternatifini değerlendirmiş biri olarak; aslında ait olduğumun, tam anlamıyla huzurla dolduğumun; popülarite ve kalabalık değil, sükunet ve yalnızlık olduğunu o vakit iyiden iyiye hissetmiştim zaten. Bu yüzden  özellikle kalabalıktan uzakta, üç yüz beş yüz müziklerle hınca hınç dolu plajlardan da mümkünse daha da uzakta, yürürken et ete yürümek zorunda kalmayacağım, restoran kuyruğu beklemeyeceğim, kendimle, özümle, kitabımla, ailemle baş başa, dinlenmenin keyfine varabileceğim bir tatildi aradığım.

İzmir'de yaşayan arkadaşlarımız bize Foça teklifinde bulundular biz de hemen kabul ettik tabi.

Butik otellerde yer kalmadığını öğrenince Foça'nın en eski otellerinden 4 yıldızlı Phokai Otel'de yer ayırtmıştı arkadaşlar. İyi ki de öyle olmuş. Foça'nın en güzel koylarından birine sahip bu tesiste konaklamak inanılmaz rahatlatıcı ve dinlendirici geldi. 4 yıldızlı dediysem aslında bir tatil köyü havasındaydı tesis. Havası muhteşem, konum ondan da güzel, sükunet deseniz 10 numara, tam aradığım kıvamdaydı herşey. Neden Ege'lilerin memleketlerinden vazgeçemediklerini daha da iyi anladık Foça'da bulunduğumuz süre zarfında. Bizimle beraber ter bezlerimiz de tatildeydi resmen. Antalya'da 7-24 mesaisinde onlar da yorulmuştu zaten iyi oldu bir bakıma :) Yani o derece güzel, püfür püfür bir hava. Denizi serin derler ama bana normal geldi. Ne çok serin ne de ılıktı yani. Denizle ilgili tek sıkıntı zemini halı gibi kaplayan yoğun yosunlardı. Aslında çıplak ayakla basınca böyle yumuşacık bir his veriyor, masaj etkisi yapıyordu ama içerisinde barındırabileceği herhangi bir deniz canlısına zarar verebilme ihtimali beni biraz huzursuz etmişti. Deniz ayakkabıları mantıklı bir seçim olabilir bu noktada. Ha bir de arılar. Pek çok arı dostumuz oldu burada. Yemek masalarımızda her daim misafir olarak ağırladık onları. Sahilde bile bizi yalnız bırakmadılar üstelik sağolsunlar. Bardan sürekli temin ettiğimiz kahveleri yakarak korunmaya çalıştık en doğalından. Zaten ilk tedirginliği attıktan sonra da baya bir arkadaş kıvamına geldik kendileriyle. "Ya sivrisinek varsa" diye el emeği göz nurumla hazırladığım sivrisinek kovucumu kullanmak da nasip olmadı tabi. İçerisinde lavanta yağı da vardı ve sivrisinekleri kovan koku, arıları davet ediyordu resmen. Bir yaşanmışlık olarak not ettik bunu da :)

Otelin yemeklerine gelirsek benim için ortalama standarttaydı. Damak tadım fena değildir, bir de sebze ağırlıklı beslenmeyi tercih ederim. Bu noktadaki değerlendirmelerimde yemek konusunda çok da tatmin olamadığımı itiraf edebilirim. Yalnız kahvaltıda sınırsız portakal suyu içebilme lüksü sunmuşlar. İşte bu durum beni benden aldı. Her sabah kendi ellerimle otomatik portakal sıkma makinesinde Özüm ve kendim için saniyeler içinde enfes portakal suları sıktım. Bir de öğle yemeklerini yediğimiz alan resmen denizin üzerindeydi diyebilirim. Bu da inanılmaz keyif katıyordu yemeklere. Akşam yemeklerinin en güzel tarafı da her akşam bize eşlik eden canlı müzikleriydi.
Odalara gelince gayet şirin ve temiz. Büyük olduğu söylenemez ama ihtiyacı karşılayacak yeterlilikte boyut olarak da.

Konum ve sahilden biraz daha detaylı bahsedeceğim. Hatta aşağıya fotoğrafını da ekliyorum ki sözlerden daha çok şey ifade edebilsin diye. Sadece sahili, doğal güzelliği ve havası için bile yeniden gitme planları yapar bulduk kendimizi daha buradan ayrılmadan önce. O derece tatmin etti yani bizi.



Hele sahildeki martılar. Nasıl değer katıyordu buraya. Sevgili özgür martı Jonathan Livingstone'un kulaklarını bol bol çınlattım burada. Huzur doldum sonrasında da . Bu bile öyle kıymet kattı ki burada geçirdiğimiz günlerimize.

İstirahat halindeki kaptanlar :)

 Uzaktan Özüm'ü izleyen misafiri gördünüz mü?

Sahilde yelken ya da kano yapabilme alternatifi de var bu arada. Biz değerlendiremedik ama giderseniz şayet siz değerlendirin.

Otelimiz her şey dahil olduğu için gün içerisinde otelden pek ayrılamadık. Zaten sıcak havada keşif yapacak hevesim de olmadı açıkçası. Bu kısımları akşam yemeğinden sonraya sakladık bu yüzden. Bir akşam Eski Foça, bir akşam da Yeni Foça'yı gezdik. "Tabi ki Eski Foça" dedik sonrasında da. Güzelliği "eski"liğinden geliyordu ne de olsa ;)


Eski Foça Sahil

Sahil boyunca uzanan şirin restoran ve kafelerin önünden bir tarafımıza da denizi alarak Eski ve Yeni Foça'yı baştan sona arşınladık. Küçük yerlerin en sevdiğim özelliği yürüyerek bile gezip sindirebiliyorsunuz içinize.  Eski Rum evlerinin o şirin havası eşliğinde tamamladık buradaki gezimizi de. Tabi meşhur "dibek kahvesi"ni de afiyetle içtik.

                                                      
Dibek Kahvesi içmeden dönmeyin!

Hatta bizzat Kozbeyli'ye de uğrayın ve kendi kahvenizi kendiniz dövün dibekte.
Ben öyle yaptım Şakir'in yerinde ;)
Bir de meşhur bir kasap ve et restoranı var bu küçük köyde. O da denenebilecekler arasında. Etleri kendiniz seçiyorsunuz.
Biz bir akşam yemeğimizi de burada yedik.  İsmini not almayı unutmuşum ama :( Sorsanız herkes söyler.

Foça sokaklarından bir kuple :)

Bir de gece vakti önünde şaşırtıcı uzunlukta bir kuyrukla bizi karşılayan meşhur dondurmacısı vardı Eski Foça'nın. Şoka girdik. "Var demek ki bir hikmet" dedik ama o kuyruğu beklemeyi de göze alamadık. Yıldık mı peki? Yılmadık. Dönüş günü gündüz vakti uğrayıp afiyetle sakız dondurmamızı da yedik.
Meşhur dondurmacı Nazmi Usta

Yeni Foça'ya gelince; adından da anlaşıldığı üzere eski ve karakteristik özelliklerin eksikliğini hissettiren, daha modern, daha kalabalık ve kozmopolit bir yer. Eski Foça ve Yeni Foça arası 16km civarında. Ve bu yolculuk eşsiz bir deniz manzarası ile gerçekleşiyor. Güzel olan kısmı da buydu Yeni Foça istikametinin.

Biz Foça'yı yani Eski Foça'yı çok sevdik. Yine gelmek için ajandamızın bir yerine de bu güzel tatilin hazzını not ettik.

4.gün aslında dönüş günümüzdü. Otelden çıkarken kocamın aklına müthiş bir fikir geldi ama. Tatili bitirmeye gönlü razı olmamış. "Buradan da Cunda mı yapsak?" dedi. Ben hemen atladım, arkadaşlar da sağ olsun eşlik ettiler, dönüş biletlerimizi öteledik rotayı Cunda'ya çevirdik. Yaklaşık 2.5 saat yol gittikten sonra bu şirin adaya da varmış olduk. Öyle plansız bir karardı ki, Ayvalık'a varmadan 5 dakika öncesinde otel rezervasyonumuzu yapabildik. Tüm yol boyunca da konaklayacak yer  aradık bu yüzden de yolu hiç anlamadık.

Burada konakladığımız butik otelimiz de çok keyifliydi. Sahile yakın konumu, temiz, modern, keyifle döşenmiş odaları, kapıda karşılayan kömür karası Zeytin adında köpeğiyle şanslı hissettik kendimizi bu oteli seçip son 2 odayı da ayarlayabildiğimiz için. Otelin adı Cunda Fora Otel.  Oda kahvaltı hizmeti sunuyor bu butik otel ama, kahvaltısı o kadar lezzetli ve yeterli ki gönlünüzü çalmayı başarıyor. Foça'daki 3 öğüne buradaki kahvaltıyı tercih ederim ben yani. Bir de 5 çayları var ikramları ile beraber. Çay, kahve, Türk kahvesi, tatlı-tuzlu atıştırmalıkları ile bu da geçer not aldı bizden.

Oda kahvaltı olunca sistem, gezmeye vakit ayırıyor insan tabi. Ha bir de denize sıfır olmayınca konakladığınız alan, deniz kenarında huzur bulma alternatifini de elemiş oluyorsunuz haliyle.

Adada bulunan Rahmi Koç Müzesi harika bir Cunda manzarası sunuyor gelenlere. İçerisinde bulunan minik kafeteryasında rüzgarı da yanınıza alıp, manzaranın tadına varıyorsunuz yudumladıklarınızla. Çok güzel şirin hediyelikler de satılıyor bu kafede. Biz müzenin içine giremedik gittiğimizde müze kapanmıştı çünkü ama manzaraya karşı biraz dinlenmiş olduk en azından.

 Rahmi Koç Müzesi


Rahmi Koç Müze'sinden Cunda'ya bakış

Sonra sahile indik gezdik. Burada da restoranlar, şirin kafeler var sahil boyunca. Gezi tekneleri de sahili dolduruyor. 2.gün için bu teknelerle bir geziye katılalım dedik ve rezervasyon yaptırdık. Saat 12:00 de başlayan gezimiz 17:30 gibi bitti. Bir günümüz de böylece dolu dolu geçti.

 Denizden Cunda

Tekne gezimizden



 Martılar burada da peşimizi bırakmadı :)




Cunda'nın aklımda kalan en karakteristik özelliklerinden biri  havası ve rüzgarı oldu. Tekne gezimiz boyunca 2 şapka feda ettik bu rüzgara. Bir tanesi Özüm'ün şapkası oldu maalesef ve de :( Bir de koca şallarla sarıp sarmalayıp Özüm'ü öyle yol alabildik teknede. O nasıl güzel, nasıl rüzgarlı bir havaydı. Annemin endişeleri karşılık bulmadı neyse ki ve hasta etmeden döndük Özüm'ü :) (Biraz pimpiriklidir kendisi de :) )

3 koyda durdu teknemiz. Deniz suyu çivi gibi dedikleri cinstendi işte buralarda. Yolculuk esnasında küçük küçük adalar gördük. Cem Boyner, Halis Komili ve Güler Sabancı'nın evlerinin  de olduğu adalardı bunlar. Kaptanımız anlattı. Biz de uzaktan selam edip geçtik.

Sol üstteki Halis Komili'nin sağ alttaki Cem Boyner'inmiş. Ben de kaptanın yalancısıyım :)

Canlı canlı ahtapot avına şahit olduk bir de. Ben biraz buruldum tabi. Sinek de olsa yakalanan, yaşam hakkının elinden alınmaması gerektiğini düşündüğümden belki de. En azından benim gözüm önünde. Bir de ürktüm az buçuk 8'i de farklı istikamette kıvrılan, dolanan, sarılan kollarından.

Yemeklerde ise, ilk gün Balık Restoranı (Deniz Restoran) ikinci gün ise Girit Mutfağı'ndan yana kullandık tercihimizi. Tabi beni hangisi mutlu etti bilin bakalım?  Tabi ki enfes mezeleriyle Lal Girit Mutfağı. Cunda'nın sahil boyu kadar, hatta bence ondan daha da keyifli arka sokakları var. Lal de işte bu arka sokaklardan birinde harika bir restoran. Sadece mezeler var ama onlar da envai çeşit ve en lezzetlisinden.


Lal Girit Mutfağı

Güzel kafeler, hoş mekanlar, hediyelik dükkanları vs. ile gezip hoşça vakit geçirebildik Cunda'da da. 



Bebek arabası götürmediğime hiç pişman olmadım. Hala sırtımda taşıyorum evet.
 Yaşasın koala modu :) 

Sahilde bir de lokmacı vardı. Foça'nın dondurmacısı gibi buranın da lokmacısında aynı uzun kuyruğa şahit olduk. İlk gün izledik sadece, ikinci gün azmettik bekledik kuyrukta, "İmparator"un kendi elleriyle hazırladığı lokmasından da tadabildik böylece :)


Siyah atletli olan İmparator. Ben Rocky Balboa'ya benzettim o ayrı :)
Her akşam ne emek harcıyor o lokma kazanlarının başında, takdire şayan gerçekten


Bir diğer meşhur Taş Kahve'ye de uğramadan geçemeyelim dedik. Havanın rüzgarından ve yanımızda Özüm olmasından dolayı içeride oturmayı tercih ettik. Yalnız içerinin hijyeni konusunda biraz hayal kırıklığına uğradık açıkçası. Tamam kırlangıçlar yuva yapmış, kendilerine ev seçmişlerdi bu kafeyi ama, onların varlıklarının bahanesi olmuştu sanırım kafenin iç kısmının bakımsızlığı. Kahvesine gelince de Şakir'in kahvesini tercih ettiğimi söyleyebilirim.



Bir de sahilde gezerken Özüm'le karikatürümüzü yaptırdık. Ve tüm tatilimizin bonusu oldu. 


Karikatürist Bülent Abi sağolsun, Anjelina Jolie dudaklı, Ajda Pekkan burunlu, Cindy Crawford benli yaptı beni.
Hasretini çektiğim dolgun dudaklar ve küçük burna da bu vesile ile kavuşmuş oldum :)  Ama gözlerin şehlası kime benziyor onu çıkaramadım bir tek. Ağız kenarımda benim var neyse ki. Ama onun da yeri doğru olmamış :) Şaka bir yana ben bana pek benzememiş olabilirim ama Özüm Kız tıpkısının aynısı :) Ve sayesinde harika bir anımız oldu Cunda'dan.

Veeee, macera ruhumuza işlemişti bir kere. "Hadi" dedik "Bir de Kaz Dağları yapalım, madem geldik buraya kadar!" :) Tatilimizi birlikte geçirdiğimiz arkadaşlarımızın bir tanıdığının o civardaki oteline uğrayalım deyip çıktık yola. İyi ki de uğramışız, Kaz Dağları Yeşilyurt Köyü'nde inanılmaz güzel bir manzara eşliğinde içeceklerimizi yudumlayıp mola vermiş olduk Karye Otel'de.

Kazdağları Yeşilyurt Köyü

Otelin için de bir de butik teknoloji müzesi vardı. Enfesti. Resmen tarih yatıyordu. Aslında fotoğraf çekmek yasaktı ama biz otel sahibinin arkadaşı olunca bize birazcık torpil yaptılar :) Buradaki en unutulmaz an da buydu. Fotoları aşağıya ekliyorum. Ucundan acıcık tabi. Merak edip gidin sizde ;) Değer gerçekten. 


Osmanlı'nın tipbox'ıymış :)
(Yani bahşiş kutusu)

 Ütüler, dikiş makinaları, gaz maskeleri, pipolar, daktilolar,enstrümanlar vs.
Tarihlerine tanık olduk resmen, etkileyiciydi


Çarık dikme makinasıymış. İlk dikiş makinası hem de.
Faturaları ile birlikte saklanmış.

 Miele'nin ilk çamaşır makinesi bu da.
Zaman ve teknoloji sen nelere kadirsin


 Vakti zamanın televizyonları


 O gün :(
Cumhuriyet Gazetesi'nin arşivinde bile bulunmayan tek gazete


Otelden ayrılmadan buraya da (Yeşilyurt Köyü'ne) yeniden gelme sözü verdik. Şöyle şehirden sıkılıp, huzur bulmak istediğimiz ilk fırsatta hem de. Bol oksijen, bol sükunet, bol yeşil istediğimizde.


Bir de bu güzelliği yeniden görmek istediğimizde :) 

Dönüşte ise Kaz Dağları Milli Parkı içinde 2 ayrı mesire alanına girdik ama aradığımız bu değildi çıktık. Burada mangalcılar sefa yapmaktaydı. Bizse gezelim görelim derdinde olunca uymadı tabi bize. Hasanboğuldu Şelalesi'nin methini duyduk, hadi bir de oraya geçelim dedik ama burası da şelale cenneti Antalya'mızdan sonra bizi pek tatmin etmedi maalesef.  Çok uzun sürmedi ziyaretimiz yine yola koyulduk. Dönüşte Ayvalık turu ve tabi ki orijinal Ayvalık tostu ziyafeti ile bitirdik bu günü de. Gezilecek başka yerleri de vardı tabi Ayvalık'ın ama bizim programımıza bu kadarı sığdı. Bu da bize yetti.  

Ayvalık'taki bu antikacıya ve tabelasına bayıldım. Eklemeden geçemedim o yüzden. Yaratıcı ;)

Dolu dolu geçen 7 günden sonra "Artık eve dönebiliriz" dedik. Döndük.

Ege'nin bu huzur dolu atmosferini ise biz daha çok sevdik.

Bu arada atlanmış bir Paris/Disneyland gezimiz var yakın zaman öncesinden. Onu da ilk fırsatta ekleyeceğim inşallah ;)










28 Haziran 2017 Çarşamba

KENDİME ÖDÜL



Ne mi? Yazmak tabi. Bunun için zaman ayırabilmek. Birikmiş olan anıları kelimelerle vücuda bürümek. Berbat hafızamın tozlu oyununa kurban etmemeye çalışmak. 

Neden yazar insan peki? Neden paylaşır mesela?

Ben kendimi mutlu etmek için yazıyorum. Güzel anlar kayıt altına alınınca hafızadan silinmeyen anılara dönüşüyor diye de paylaşıyorum. Yazmazsam birikip beni uyutmuyorlar zaten ve paylaşmazsam da yakamdan düşmüyorlar paylaşana kadar. Ne yapayım el mecbur J

Ne yazıyorum peki?

Ben;  “bence” önemli olduğunu, “bana” iyi hissettirdiğini, “bana” bir noktadan dokunduğunu düşündüğüm şeyleri yazıyor/paylaşıyorum. Bunlar birilerine bir noktadan dokunabiliyorsa da mutluluğum katlanarak çoğalıyor.

Buradaki önemli kelime/vurgu: “BEN”ce! Ama içinde ben geçiyor, bir de bunu büyük harfle yazdım diye söylenildiği gibi “narsist bir yanı olduğunu kabul etmeli miyim paylaşmanın?” “SİZ”ce?

Kendimle hiç yan yana koyamadığım bu kelime farkında olmadan kuşatmış olabilir mi beni de acaba?  

Biraz düşüneyim diyorum.

Paylaşımlarını çok beğendiğim, zevkle takip ettiğim hesaplara bir göz atıyorum sonra ve onlar hakkında ne hissettiğimi sorguluyorum. Beni iyi hissettirdiklerini keşfediyorum ve onları narsist olmakla suçlamadığımı. Hatta onlara ilham perilerim diye isim taktığımı J Ne tuhaf değil mi benim ilham perilerimin başkalarınca narsist olarak isimlendirilmeleri?

Nasıl oluyor da böyle oluyor peki? 

Bakmak, baktığımız nokta ve hatta durduğumuz nokta. Durduğumuz noktadan baktığımızda gördüklerimiz...

Kendimizde eksik kalan kısımlar ve bir türlü dolduramadıklarımız.

Empati yapamama yeteneğimiz.

Hep olumsuzu görme konusundaki becerimiz.

Ve insanların mutluluğuna ortak olamayacak kadar ortaklıktan ağzı yanmışlığımız.

Çeşit çeşit işte. Tıpkı bizler gibi.


Siz hiç tanışmadığınız ama kendinize çok yakın hissettiğiniz insanlarla karşılaştınız mı mesela? Ben karşılaştım, hatta sanal olarak tanıştım. Onlar bana dokundu ben de onlara. İyi hissettim ve de. Keşke etrafımda bu insanlardan bolca olsa dedim sonra. Sanaldılar ama çok gerçek geldiler bana. Pardon düzeltiyorum, gerçek değil; bana uzaktan dokunabilecek kadar gerçeküstüydüler onlar. Bu yüzden sevdim onları. Sevdiğim için kötü düşünemedim haklarında. Ve kötü kelimeler atfedemedim sözlüğümü taratıp. Sadece sevdiğimi bildim. Ve bu bana yetti.